Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Yumurta İzleri

Yumurta İzleri

İlki 2004 tarihli, Bırakın Güzel Konuşsun isimli deneme kitabımdan. Anlaşılan yumurtalar da konuşur. Şimdi isterseniz bir yumurta hikâyesinin nasıl şekillendiğine bakalım. Güne Bakış vardı bir zamanlar, biz de Yumurtaya Bakış diyelim. “Yumurta Tadı ve Jack London’ın Açlığı” başlıklı denememden.
Ünlü romancı Jack London avarelik günlerini anlattığı, anı romanı Demiryolu Serserileri’nde, hayatındaki parlak tablolardan biri olarak, ‘sofraya oturuşlarını’ da kaydeder.
‘Sofraya oturmak’; karşı tarafın sizi gönüllüce yemeğe daveti, yani misafir etmesidir. Yazara göre, genellikle ‘uğurlu gün başlayışlarıdır’, az bulunur ikramlardır. London aylaktır, serseridir, şiddetli açlıklar çeker, günün birinde onun tabiriyle “bir çift kanarya gibi” ağır ağır kibar kibar yemek yiyen iki hanımın misafiri olur:
“…Evde kalmış iki hanımla, mutfaklarında değil yemek odalarında, onlarla birlikte ‘sofraya oturuşum’… Yumurta yedim, hem de yumurtalıklarda! Hayatta ilk kez yumurtalık görüyordum ya da duyuyordum. İtiraf edeceğim, ilkin biraz acemilik çekmiştim; ama açtım ve arsızdım. Yumurtalıkların da yumurtalarında öyle bir haklarından geldim ki evde kalmış o iki hanım öylece kalakaldılar”
London hep açtı.. Hayat açı, sevgi açı. O yüzden herhalde; Hayat Sofrasındaki, ‘ısırık’ paylarını çoğaltmaya çalışmıştı. Ve belki de o an; yumurtalıklarda yediği yumurtalar; bütün acılarını bir lâhza örten, kaplayan, koca bir lezzet hatırası, güzellik tadı olarak ortaya çıkmıştı.
Önemsiz, küçük gözüken, basit diyebileceğimiz, görmezden geldiğimiz, nice “yumurta tadını”; lezzetleri ulamayı ve büyütmeyi; özellikle de tad alma hassasını kaybettiği için sanırım; London oldukça hazin bir sonla, yaşamına veda etmişti.
Kusuncaya kadar yerdi kimimiz. Ve “hayat” üzerine gaseyan ederdik. Kimimiz, “çiğ yumurtayı” iç ederdi yahut hayatını bir yumurta gibi kırarak, ziyan...
Ömrü, cılk bir yumurta gibi görenler; ona göre muamele edenler de vardı. İşte o zaman... Hezeyan! Tuğyan! Hüsran!
Kimimizse; yumurtasını “Hayat ateşinde” pişirirdi.
Yumurtanın sarısını, yumurtanın akını, yani yarısını sevmeyenler bulunurdu bazen. “Ötekileştirip, eksikleyenler”. Bütüncüllüğü görmeyenler.
“Bayat, -paskalya pası rengindeki- yumurtayı” modern boyalarla pullayıp, cilalayıp, “Çağdaşlığın has yumurtası” diye satanlar vardı ki satıcıları da –mözgürlük memokrasi- habire yumurtlarlardı. “Kokmuş yumurta” satmak için, “Ortak, Avrupaî Pazarlar” kurarlardı.
Ne yapalım ki, “çürümüş yumurta” sevenler de vardı. Toprak altına gömüp, gözü gibi bakarlardı. Evreni kokutma için, toptan yerin dibine geçirmeyi marifet sayanlar olduğu üzere.
Hakir/hakır gibi, söz yumurtlamaktan hoşlanan tavuk –pardon yazarlar- piyasadaydı. Bazen “yumurtalı, süslü, lâf salataları” sütunları, köşe bucağı doldururdu.
“Taşlı yumurtalar” da revaçtaydı. Erkeklerin ki bayağı sertti ve kafa kırardı.
Fakat gene de, “yumurta kafalı” politikacıların “inci, mercan yumurtalarına” hiç kimse ulaşamazdı. Yumurtalı, belagat şaheserleri “had (politika) meydanlarını” aşardı... Genellikle, halkın kafasında “menemen” yaparlardı. Malzemeyi bir türlü bir araya getiremediklerinden olsa gerek; kafayı tavaya koymaya kalkıp, şaşarlardı.
Yumurtayı üst üste koyup, nişanlamayı kuran sonra hepsini düşürenler vardı. Zaten “kırdığı yumurta” , binleri aşmıştı.
İlk canlanışların, oluşumların sırını sezerdik yumurtada.
Dünya zaten, az yassılaştırılmış, azıcık toparlatılmış, büyük ve sürprizli bir yumurta değil miydi? Oynar dururduk onla. Ve sonra.. kırardık.
Bizse yumurtadan çıkmış, palazlanmış, ama hiç olgunlaşmadan yaşlanmış, yolsuz yönsüz buladalar... Budalalardık...
Mertebeli, mertebesiz ferikler; sıra(ca)lı, alacalı horozlar; çıtkırıldım, hülyalı tavuklar didişir, eşinirdik. Birbirimizle eğleşirdik...
“Civcivli” düşüncelerimizin içinde, genellikle yemlerin peşinde, “dünya kümesimizde” gezinir koşardık.
Erken, geç öter; yumurtalarımızı, varlığımızı duyurur, gıdaklar ve sonra…
Her taze sabahla; teselliyi, nasibimizi aramaya çıkardık.” ( Bırakın Güzel Konuşsun, Nüve Kültür Merkezi, S. 33)
***
Sokakta yumurta satan, yaşlı bir adam tanıdım. Bir yumurtacı, edebî hayatınıza girmiştir. 2010’da bir hikâye yazarsınız. Yumurtacı adlı hikâyeniz onunla ilgilidir. Ama 8 sene sonra o serüven değişmiş, Yumurta isimli denemeye dönüşmüştür. Deneme farklı açılımlar getirmiştir:
Önce Edebiyatçıysam Ne Olayım isimli öykü kitabımdan Yumurtacı:
“Köy yumurtası! Yumurtacı! Taze yumurta!”
Kocası ondan için: “İbadet dirisi” diyor.
Evin önünden yine geçiyor. Kaç sokak, kaç mahalle dolaşır gezer. Soğukta sıcakta bu kaçıncı sefer? Hiç mi yorulmaz, darlaşmaz. Kendi yarı yaşında tık nefes, nazenin, biraz fazla çalışsa; evde neredeyse her koltuğun, minderin hatırını soruyor.
Tıfıllardan, gençlerden haber ver derseniz; kalıplarından belli, daha beter, arabasız bir adım atmazlar. Pencereyi çıkıp, camı tıkırdatıyor. İhtiyarın, onu görünce çehresinde bir gülücük beliriyor.
Fazla ihtiyaç yok ama boşuna penceresine bakıp geçmesin, belki hiç satmamıştır üzülmesin. Ufak tefek fakat dik adam; apartman kapısının önünde, üstü açık, üç tekerlekli arabasına yerleştirilmiş yumurtalardan seçmeler yapıp, iyilerini koyuyor.”
Hayat 7 Renktir isimli deneme kitabımdan Yumurta:
“Ölümlerden ölüm beğenmesindi elbette, fakat cezalardan ceza kesilebilirdi. Hadi yaşına hürmeten satış yasaklanmasındı.
Yumurtayı iğrene iğrene eline aldı. Koliyi hepten çöpe atamazdı. Değerinden oldukça yükseğe almıştı çünkü.
Elinde kalırdı, neresini temizlesindi. Buzdolabını hışımla kapadı. Haşlamak için de temiz yumurtalar lazımdı.
Kendini enayi gibi hissediyordu. Karşı tarafı ise çok necis, süfli.. (yok yahu o kadar da değil) . Ne yapsın durum böyleydi işte. Kalbini ayıklayamıyordu.
Hadisenin üzerinde epeydir düşünüyordu. Kitaplar birbiri üstüne devriliyordu. Kirliliğin de dereceleri vardı. Dünyayı pislik (sel gibi) götürüyordu.

Ani bir aydınlanmayla yumurtalar, ışığı yansıtan bir nesneye, şahsına sırıtan, cilalı ve sırlı, aslında kirli bir cama dönüştü. Aynada Hayalini gördüğünden kuşkulandı.
Taklit başkaydı; yakîn, tahkik başka. İşin dedikodusu ayrıydı, derununda yaşa(t)mak farklı. Kıyıda gezmek başkaydı, denize dalıp cevher toplamak ayrı.
Anlaşılan ne yazarsa yazsın HAMDI.
Muhatabının en ufak bir hatasında yahut gözden kaçma da, nasıl kolayca dışlayıveriyordu. Bir çırpıda.
Düzgün, fiyakalı cümleler kurardı, diğerleri okusun diye oysa. Bazılarını, öncelikle kendisi okumadan durmadan mı yazmıştı acaba. Bazen güzel ve etkili konuşurdu zannınca.
İyi(yi) yazar, çizerdi. Allame kesilirdi. Bilgiçlik taslardı, tıslardı. Uçardı kaçardı şakırdı. Hizaya sokardı. Hesaba çekerdi. Kopya çekerdi.
Horoz gibi öterdi. Şahin kesilirdi. Bülbülce diller dökerdi. Asrî zaman fetvaları verirdi.
Kelimeleri bir çobandeğneğiyle (diktatörce, işvelice, beyce, şeyce, diş(l)ice) esnetir inletir meletir; lezzetli aşlar pişirirdi. Ufak ufak atıp, civcivlere yedirirdi.
Yumurtaların hepsi çürükmüş, kokuşmuş gibi bir koku ortalığı sardı. Beti benzi attı sarardı.
Güya yumurtalar kirliydi, pisliğe bulaşmış olmaları kabul edilemezdi. Ya insan, beşerdeki kara lekeler?
Yıka yıka, ov ov bitmezdi. Asıl kir dışta değil, içteydi. Sürt bakalım kirini. Temizle yürekteki irini.
Senin sevgin, cömertliğinde sahte, şartlı şu(r)tlu. Methin aslında D(övmeli), sövmeli. Dede’yi çıkardığı tahttan hiddetle, hemence paldır güldür alaşağı etmişti.
Bir an kendini dev bir yumurta gibi hissetti. Ya da sürekli yerde yaşayan, uçamayan, göklerden habersiz bir kanatlı.
“Gıt gıt gıdak, Gıt gıt gıdak yumurtam sıcak inanmazsan gel de baak!”
Öte yandan kirli yumurtalardan, kabuğunu kırıp yeni bir can doğuyordu. Galiba çift sarılıydı. Kanatlıydı. Kelimeler oynaşmaya başlamıştı bile. Kalem ucu, sevinçle sabırsızlıkla titredi yine.
Renkli, sema desenli bir yumurta apansızın pişti gönüllüce.
Kulluk kiri tabii miydi; göreceli miydi, sual edilince?
Galiba “Sevgili”, (üzerine ismi) yazılı bir sepet yumurtayı, hediye göndermişti gizlice.
“Sepet sepet yumurta, sakın Beni unutma!”
Taze, kıvamında yumurta dersleri verilirdi. Bu muhabbet yumurtasını kesinlikle kırmayıp, çiğ çiğ yutmak hazmetmek gerekti.
***
“Şeylere ve fikirlere teleskopla bakmayı öğrenmem gerekiyordu. Her şey tek seferde görülemeyecek kadar büyüktü, kütüphanedeki bütün kitaplar gibi –bu masanın üzerindeki nesneler gibi. Bunları doğru anlarsanız hepsini tek bir paragrafa ya da şarkının tek bir kıtasına sığdırılabilirsiniz” diyor Bob Dylan Anılar’ın da.
Varlıktan anlam süzmek ve bunu kelimelere(eylemlere) dökmek.
Kuş bakışı, üçüncü göz, at gözlüğü diye bir şey de var. Büyüklük küçüklük izafi, beyinler dereceli, bakışlar şahsi. Âlem fanî.
Hakikati ne(reye) kadar görebilir, sindirebilirdik. Doğrusu neydi, pusulasız rehbersiz nasıl bilebilirdik.
Yüzeydeki yumurtanın kabuğu; tavuk horoz çığırışları, kümes (kafes) dünyası, kokmuşları kadar.. yumurtanın(eşyanın) derinliği, gizleri ve arka planı da mevcut sanki. Hiçbir şey göründüğü gibi, sathî değil… Ötesi g/el ediyor.
Satıcılar, alıcılar, pazarla(macıla)r…
Bu yumurta “yumurtacı” meselesinde çok iş gözüküyor, lâkin neticede o da pişecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi