Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Ramazan Hikâyelerinden

Ramazan Hikâyelerinden

Safer Dal Efendi, bir sohbetinde anlatıyor:

“Eyüp Sultan’da bir meczup varmış. Sigara orucu bozmuyor (diyor). Şimdi akşam iftarlığı hazırlıyor kahvede. Gözü minarede. Ama fosur fosur sigara içiyor. Bozmuyor. Sigarayı dumanlıyor, gözü minarede orucu açacak.(…)

Hoca efendi çıkmış câmiden öğleden sonra, ikindiyi bekliyor adamcağız. Kahveye. Bu meczup gelmiş. ‘Hoca efendi, bana bir yoğurt aldır’ demiş. ‘Haydi oradan pis herif’ demiş. Hoca asabî. O ısrar ediyor, bana bir kâse yoğurt aldır diye.. Bizâr olmuş kahvedeki ahali. ‘yahu biz alalım sana.’ ‘Hayır’, ille hoca efendi aldıracak, takmış. Yahu hoca etme eyleme. Kaç kişi biz alalım sana (demiş, hatta) getirmişler, al bir kâse yoğurt. ‘Hayır, hoca alacak’ demiş. Def-i belâ kabilinden adamcağız çıkarmış keseyi, yoğurt parası vermiş. Yoğurt gelmiş, ekmek de isterim demez mi? Allah cezanı versin. Hoca efendi gitmiş camiye, almamış. O gece bir rüya görüyor. Ter kan ter içinde akıyor, kadını uyandırıyor. ‘yahu hanım kalk.’ ‘Hayrola efendi?’ ‘Hayırdır inşallah, bir rüya gördüm ama felaket’ diyor. ‘Hani bugün sana anlattım ya o meczubu delinin sataşmasını.’ ‘Evet, ‘Bak dinle şimdi. Ben ölmüşüm, hesap kitap. Cehennemi boyladık. Beni bir yere attılar. Hararetten ölüyorum. Açlıktan ağzımdan acı sular geliyor. Yahû bir alay kalabalık var. Bir lokma su, bir lokma ekmek yalvarıyorum. Derken bir kâse yoğurt geldi. O kâse yoğurt. Hüüp hararetle o yoğurdu (yedim). Ya bir lokmacık da ekmek.’ ‘Ekmek de gönderseydin onu da verirlerdi’ demişler. Kadın demiş ki ‘Bizim tuttuğumuz yol, yol değil.’ Ondan sonra kesenin ağzını açmış. Ağniyâ-yı şâkirinden (Şükreden, infak eden zenginler) olmuş hoca. İşte o hani (sigara) orucu bozmuyor diyen meczup, yaa! Hoca efendiyi irşâd etmiş. Ekmek de gönderseydin onu da verirlerdi, demişler” ( Geydim Hırkayı, Safer Efendi’nin Sohbetleri, Hazırlayan: Adalet Çakır, Dergâh Yayınları, 2014 S. 178)

***

“Bizim ahali, seyir sever. Evvelce Ramazanlarda dükkânlar geceleri de açık kalırdı. Açık olduklarını ilan etmek için de fener yakarlardı. Beyazıd ve Fatih camilerinde sergiler kurulurdu. Ramazan dışında sergi kurmak mutad değildi.”

Hikâye Beyazıd sergisi kapısı önünde geçiyor:

“Tuhaflıklar ile meşhur mürekkepçi İzzet’le, Lüleci Mehmet bir gün aralarında kararlaştırarak iftara yakın bir saatte serginin kapısında karşılaşır ve çarpışırlar.

‘Lüleci: ‘Kör müsün herif etrafına bak.’

‘Mürekkepçi: ‘Kör sendin. Azıcık dokunmakla canın çıkmadı ya!’

‘Lüleci: ‘Canın senin çıksın. Dünyada ne hayvan insanlar var.’

‘Mürekkepçi: ‘Çok ağzını bozma, hayvan sensin.’

“İş azar gibi olur. Halk toplanır. İki kavgacıyı ayırmaya çalışırlar. Fakat onlar kavgayı bitirip bitirip tazelerler. İftara pek az bir zaman kalınca, halkı kâfi derecede geciktirdiklerini tahmin ile iki kafadardan biri mürekkepçi İzzet geri çekilir ve arkadaşına hitaben:

‘Mehmet! Mehmet. Burada kavganın kadri bilinmiyor, yarın akşam Sultan Mahmut avlusuna gel.’ diyerek yürümeye başlar. Bu vaziyette etraftakilerin halini tasavvur etmek güç olmasa gerek.” ( Selim Nüzhet Gerçek, Geçmiş Zamanlara Dair, Büyüyen Ay Yayınları, 2018, S. 262)

***

Şapka bir incelme, medenileşme sağladı mı bilmem ama bir zamanlar olağanüstü bir fes merakımız da vardı. Görünmezdi belki fakat kafanın içinde zihnimizde neler dolaşırdı. Fikriyatın binbir türlüsü bulunurdu. Aslında başımıza neler geçirdiğimiz pek kâle alınmasa da, bir dönem fesin püskülü bile ehemmiyetliydi.

Hikmet Feridun Es, bu dönemleri anlatıyor: Hatta “1845’de bir Püskül Nizamnamesi çıkarılmıştı. Özellikle er ve subayların, memurların fes ve püsküllerine dair… Püsküllerin kaç dirhem çekecekleri bile tâyin olunmuştu. Ayrıca püsküllerin karmakarışık bir halde gezilmesi, kıyafetin ihmaline en büyük delil sayılıyordu. Hatta bir zamanlar, çarşı pazarda, İstanbul cadde ve sokaklarında, kundura boyacıları gibi ‘püskül tarayıcıları’ dolaşırmış. Genellikle Musevi çocukları: ‘Aydaaa! Puskullari tereyaliiiim!’ diye bağırarak dolaşan bu püskül tarayıcılarından eski kayıtlarda çok bahsederler… Püskül maçları’ndan dahi söz ediliyor. Püskül çekiştirmek, çocuk oyunlarının en ünlülerindendi. Püskül maçı şöyle yapılırdı: Püskülünüzden bir tel koparacaksınız. Rakip arkadaş da aynını yapacak. Sonra birbirine dolayıp püskülleri çekeceksiniz. Bakalım hangisi kopacak. Sabahtan başlayıp akşama kadar süren yarışmalardan sonra çok defa da eve püskülsüz dönülürdü. Tabii evde dört başı mamur bir dayak!

O zamanlar püskülsüz gezmek, kravatsız gezmekten çok ayıp sayılırdı. Ancak külhanbeyleri, serseriler.. Ama bunların yanında bir de püsküle isyan eden bir aydın ve sanatçı sınıfı vardı. Mesela İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi profesörler, büyük sanat adamları, bazı tiyatrocular püskülsüz fesle sokağa çıktıkları zaman devrim yapmış kahramanlar gibi karşılanırdı… Düzene ilk isyan püskülden başlardı.

O zamanlar çocuklara verilen en meşhur bahşiş: ‘Al şunu da git fesini kalıplat! Kunduralarını boyat!’ sözü ile başlardı. O günkü delikanlıların en büyük ihtiyacı da fesini kalıplatmak, kunduralarını boyatmak…”. (Hikmet Feridun Es, Kaybolan İstanbul’dan Hatıralar, Hazırlayan: Selçuk Karakılıç, Ötüken, 2013, S. 135)

(…)Fesin rengi çok önemli idi. Açık veya koyu olmasından büyük anlamlar çıkarılırdı. Biraz kırmızı renkli fes giyenlere şöyle takılınırdı: ‘Lan! Ciğer sanıp çaylak kapacak başından fesini.’ Ve bir kere de korkulan şey başa gelmişti. Çaylaklar Bingöl Kaymakamının fesini başından kapmıştı. Günlerce gazetelere manşet olmuştu.”

(…) Bir Ramazan akşamı, iftara gelecek hatırlı bir misafirimiz vardı. Tam sofraya oturacağız. Evin büyüğü:

-Siz terbiyesizler siizii! Böyle sofraya oturulur mu?

Şaşırmıştık. Sofraya nasıl oturacaktık ya? Büyüğümüz kükredi:

-Fessiz sofraya oturulur mu? Hele iftar sofrasına? Giyin fesleri!

Bütün çocuklar, püskülleri arkaya gelmek üzere fesleri kafamıza geçirdik. Sırtlarda da entariler.. Büyükler de öyle, fesli ve entarili… Sofra başında, çorbaya atılan her kaşığa, fes püskülleri sallanarak tempo tutmakta…

Böylesine bir fes adab-ı muaşereti vardı. Fessiz sofraya oturamazdınız.

Bize fes ihraç eden ülkelere birkaç kez boykot ilan etmiştik. Fes satın almamak üzere… Ama kabil mi? Yine de almıştık. Hem de ucuz ve berbat fesleri!”

Son yıllarda püskülsüz ve kalıpsız fes giymek aydınlar arasında âdeta bir devrim sayıldığını yazan Hikmet Feridun Es; yalnız münevver tabaka değil kabadayıların da buna dikkat ettiklerini; “hatta feslerini kalıplatmak şöyle dursun, attıkları bir yumrukta, fesin üstlerini çukurlaştırdıklarını ifade ediyor. Bu çukura ‘kuş yuvası’ yahut ‘yâr tekmesi’ denilirdi.

Rütbe, yükseldikçe fes süslenir, kıymetlenirdi. II. Sultan Mahmut’un fesi altın sırma işlemeli idi. Püskülü de mavi ipek ve gümüş telli. “Elmaslı, pırlantalı, altınlı fesler” de mevcuttu. Mustafa Reşit Paşa’nın elmaslarla süslü ‘tören fesi’ gibi… Hiç bir törende, hiçbir silindir şapka, Mustafa Reşit Paşa’nın ‘murassa Fes’inden daha göz alıcı olamazdı.

Kadınlar da XVI. Yüzyılda fes, özellikle de fesin en pahalısı olan ‘Fino feslerini’ tercih ederler, fino fesin üstünü altınlarla donatırlardı.”

***

Fes, püskül derken bir Gaziantep türküsü aklıma geldi, “Fes başıma, fes başıma/ Püskülü ben olayım”.

“…Kalbim ağrıyor kalbim ağrıyor
Kalbine kurban olayım sabah pazara varayım
Kalbine bir kalp alayım

Kalbin kalbime kalbim kalbine
Fıstık dişime sürme gözüme
Rastık kaşıma fes başıma
Püskülü ben olayım püskülü ben olayım”

Sevgi dilimiz hep işlek olsaydı…

Nice güzel Ramazanlara…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi