Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Sevdalı Hikâyeler

Sevdalı Hikâyeler

Konya Kitap Günleri’nde gerçekleşen, Selçuklu Kongre Merkezinde yaptığım “Sevdalı Hikâyeler” başlıklı konuşmamın son bölümü:

Sevgi her zaman hüküm sürmezdi. Şiddet, nefret,  kol gezerdi.

İçimizin muhabbetsiz soğuk bodrum katlarında, beslediğimiz ne hayvanlar, ne çiftlikler gizlenirdi; benlik savaşları boy gösterirdi.

Bizi çeşitli yönlere sevk etmeye, diplere çekmeye çalışan gölge kişilikler de sözünü geçirirdi. Muhtemelen bir Kara’mız, siyah kişiliğimiz hep mevcuttu. Ki onun “Kapkara” olmamasına uğraşırdık.

Barındırdığımız bu eğitime muhtaç kişiler; dışımızdaki şer güçlerle işbirliği içine girerler; birbiriyle kavgaya tutuşurlardı. Şeytanla mücadele ise, en çetiniydi. Yine de sonunda aşk galip gelirdi.

Bir yarışmada üçüncülük derecesi alan, bir arayışın, kemale yolculuğun kitabı olan, kahramanım Sinderella’nın “Sinemleşme” sürecini anlatan Çoban Aşkın Çocuğuydu romanımdan bir bölüm:

Kara, hoplaya zıplaya Sinderella’nın (ki asıl adı Sinem’dir) yanına geldi. Coşkulu ve heyecanlıydı.

“Bil bakalım, bugün ne oldu.” diye ellerini çırptı.

Sonra, onun tepki göstermesine fırsat vermeden, bir çırpıda konuştu:

“Bay İblis bana evlenme teklif etti.”

Sinderella, başını iki elinin arasına alarak:

“Aman Allah’ım!” dedi. “Umarım, kabul etmemişsindir.”

Sonra, kuşkuyla Kara’nın yüzüne, hormonları fazla gelişmiş kızları konusunda, adamakıllı endişelenen annelerin tavrıyla baktı:

“Yoksa çok mu geç.”

Kara, bilmiş bilmiş, Sinderella’yı deli edercesine:

“Hayır, anne!” dedi. “Henüz uygunsuz bir şey yapmadım. Buna değer mi değmez mi bilmiyorum.”

Her zaman ortalıklarda görünmeyen Benli lafa daldı:

“Nesi var, pekalâ bir adam. Gerçi biraz karanlık biri olduğunu kabul etmek lâzım ama çekici, esprili, geliri iyi. Mesleğinin ne olduğunu pek anlamadıksa da. Galiba, müzmin bir mirasyedi. Keşke bana teklif etseydi; onunla Cehenneme bile giderdim.”

Sinderella ürpererek, şimdiden ateşin hararetini teninde hissederek:

“Allah korusun!” dedi.            

“Sadece geziyoruz be! Büyütüp durma! Hem ben de bir erkeğe bağlanacak, evinin kadını olacak göz var mı?”

Sinderella derin bir üzüntü içinde:

“Allah’ım.” dedi. “Ne noktalara geldik. Yola ne için çıkmıştık. Ne noktalara geldik. Kimi paylaşamıyoruz, kimden medet umuyoruz ve nereye gidiyoruz.”

Bir bulutun üstünden yere atlayan Çoban sert, otorite kokulu bir sesle:

“Ben damat adayını hiç sevmedim. Boşuna heveslenmeyin.” dedi.

“Belki küçük bir şart. Elimi öpüp, bütün atalarımın ve yedi ceddimin önünde eğilip, tüm melânetinden, istikametinden, vıdı vıdısından vazgeçer, tövbe ederse belki.”

Kara, ıslık çaldı:

“Ohaa!”

Sinderella: “Çağırmasana şunu.”

Çoban, gücü yettiği kadar, artık iflah olmaz bir kısım kötülükleri; elleriyle kanalizasyona itekledi ve “Kendi pisliğinizde boğulun!” dedi.

Sonra kapağı sıkıca kapadı.

Bay İblis, gözetleme kulesinde otururken, öfkeyle homurdandı:

“Bütün helaların, lağımların, bekçisi, haraççısı ve de sahibi benim. Ne hakla işlerime müdahale ediyorsun.”

Gerçi işler kesat değildi. Her gün milyonlarca kişi Sâb(p)ık Soylunun açtığı çukurlara düşüyor, bata çıka ilerliyor; bazısı nefessiz kalıp boğuluyor, bazısı Çoban gibilerin uzattığı yardım elini tutarak kurtuluyordu.

Ne çare ki, Çobana gücü yetmezdi. İbliso’nun Çoban gibilere diş bilemekten, ağzında diş kalmamıştı.

Neyse ki Bay İbo’yu sevindirecek olaylar artış gösteriyordu. Daha iki saat evvel, bir Kara Kutunun/Şer Box’un açılışını yapmış, kurdelesini özenle kesmiş, televizyon binasının yapımına emeği geçenleri hararetle övmüş; kanalın imajını, çizeceği yolu tespit edenleri kutlamıştı.

Kanalın yolu, Bay İblisin hamisi olduğu kanalizasyonlardan birine varıyor; dolayısıyla televizyon kanalı gerçek bir kanalizasyon kimliğine kavuşuyordu.

İbo, sekreteri Nefise’yi yanına çağırdı:

“Yaz kızım.” dedi.  “Tamu Bakanlığına!”

“Her ne kadar rezervasyonlarınızın dolu olduğunu bilsem de; size 1500 seçilmiş, kurtulmuş ruh yolluyorum. Gereğinin yapılmasını, yoldaşlarıma acele en iyi, mutena yerlerin ayırtılmasını hassaten reca ederim.”

Hadi gene iyisiniz, iyisiniz; İbliso’nun Babalığı tutmuştu.

Sonra, acilen yapılacak, kurum ve örgütlerin yardım listesinin başına, “...Biraderleri”  yazdı.”

 Zaman gelir, ötelerin kokusu gönle dolar. Bu âlemle yetinemeyiz; Tuhaf Bir Açlık duyarız.

Dünyada türlü hissiyatın dürtülerin itişiyle; varlığa, eşyaya doğru yöneliriz. Ve sırlı zamanlarda, canlı ya da cansızın dillenmesiyle, bizi çekişi, teshiriyle birden irkiliriz. Âdeta farklı bir pencere açılmıştır. Eşya hem odur, hem o değildir.

Anlarız ki açlık hissi envaîçeşittir. Sadece “toprak doyurasıya gözlerden” değil, ruhun eylemlerinden de ileri gelir. Ayrıca yerkürenin sunduğu, vadettiği (gök katkılı) lezzetler de sayısız hediyelerden, bildirimlerdendir.

Zaman zaman bir mekâna, nesneye sarılma hissi, derhal yerine getirilmesi gerekli, İlâhî bir Emir gibi zapt eder beni. Soyut bir bebek benzeri, “şeyleri” kucaklama tutkusu.

Değişik bir tat alma duygusuyla, yutmak, sevme arzusu. İçine alma, erime, tek parça olma…

Bazen mukaddes bir yolculuğun çeşitli safhalarında… Sözgelişi, 2007 tarihinde, Mescidi-i Nebevî önündeki, iri “âşık çekirgeler”, ortam, beni ziyadesiyle etkilemişti. Çekirgeleri coşkuyla sevmiş ve bir öykümde yer vermiştim:

 “Çöl, tıpkı “fırtınalı sakat kalbiydi”; yeşermeye ihtiyaç gösteriyordu. Gene de mutluydu. Ne varsa semadan geliyordu.

Geçilecek seçilecek çok kapı, pencere vardı. Erişmeye hâli yeter miydi? Üstelik meydan kimin yeriydi…

 Çekirge o gün sıçramadı. Sersem sarhoş küçük atlayış denemeleri yaptı. Daha yakın.. en yakın olmak niyetindeydi. Burası “Sevgili’nin Yoluydu.”(…)

Görebildiği, kestirdiği merdivenleri çıkmıştı. Kısa, mütevazı bir mesafeydi. Cirmine/cürmüne göreydi. Nihayet “Sevgili’nin Kapısı’ndan” giriş yapmıştı. Artık halılar üstündeydi. Tek adım…

Hâlbuki bütün mahlûkat atılıyordu oraya. Hamle yapan yapana; giren çıkan çıkana… Dökülen dökülene, ille de ya da yabana…

… Aniden irkildi adam. Ayağının altında yumuşacık, tüm sertliklerini keskinliklerini tûl u emellerini atmış, gölgesiz hayalsiz bedensiz, teslimiyet içinde bir gövde hisseder gibiydi.

Çekirge o gün sıçramadı. Ya da ölümüne “en uzun sıçrayışını” yaptı. Yüzlercesi gibi yerde yatıyordu. İçinin tüm “ucuz özeti”, sünepe şişkin dertleri, düşüncelerinin kalın ifrazatı, irsî “Ben fazlalığı” dışarıdaydı.

Şimdi küçümencik kanatları da yoktu. Vücudu gibi ufak bir iz, bir ince yol; dikkatli gözlere “eksik” bir parçanın yahut bütün hayat serencamının hikâyesini anlatır gibiydi. Temizliğe düşkün dev silindirler, az sonra üstünden geçer, son fiziksel kalıntıları da temizlerdi.”

Yalnızca Cemadat değil, hayvanattaki aşk sırrını da görürüz bazen. Benzer duygu tezahürleri yaşarım kendi ülkemde, alelâde gözüken yerlerde ve şeylerde. Esasen, zaman ve mekânın esamisinin okunmadığı demlerde. Bir sevda vecdiyle.

Kiminde, kırın ortasında; şipşirin minaresiyle, münzevi minik bir mescit ilişir gözüme -al göğüs cebine koy- yüreğimi heyecanla dolduran, köpürmüş neşeyle.

Kiminde taşıtlar, evler, hayvanlar bile sevimli, cana yakın bir insana dönüşür, pek alışılmadık ağızlarıyla türlü kelâm ederler bilgiçlikle. Bütün eşya, canlı bir varlık gibi sizi kuşatır sarmalar. Kollar uzar, parmakların ucundan sevgi sızar.

Güzellik, emek, hüner, derece derece hisler uyandırır; kalbimizi rakik bir edayla dalgalandırır. Gürültüyü, karmaşayı bastırıp seslenir; görmenin ötesine, eyleme, dağın taşı yeniden üretimine, ikinci bir dünyanın biçimlenmesine davet eder.

Belki yaşadıklarımız, eşyanın zahiri değil gerçek yüzünden bize kısmî, cüzî erişenler, aksettirilenlerdir; sevdalı b(akışların) alâmetlerindendir.

Sadece mevcudatın uyandırdığı çağrışımların getirisi verisi değil, karşılıklı sevgi mesajlarının kesişmesidir. BİR’in gösterisidir.

Hissî bir yoğunlukla, eşyayla selamlaşır, bir sevgi deminde, sessiz kelimelerle öpüşürüz. Yakıcı buselerle, dönüştürülebilecek bir güzellik nesnesi yakalarız.

 O zaman âlem, sürekli alışverişin geliştiği, bir muhabbet sahasına çevrilir. Bakışlar, okuma yazmalar değişmiştir. Bir mazruf, derûn, kalp gözü gibi batınî bir göz devreye girer.”

Sonra bir mektuba, Sevda’nın yazdığı satırları okursunuz:

“Durakladı, dudakları hoşlukla kıvrıldı.

Hayalî bir kalemle yazıya, insanlık timsalinin en görkemli işaretini, en seçkin azanın alâmetini kondurdu.

 Açılmak, yarılmak, aşılmak isteyen müteessir, rikkatli, cevherli bir kalp.

Biliyordu dünden bugüne yarına sonsuzca yazılsa çizilse; envaitürlü biçimde belirtilse de, gönül  her zaman onun ifadesinden, şiiriyet ve terennümünden saadet duyacaktı.

İnsan işlenmiş, tezyin edilmiş kalbiyle yaşayacaktı.”

Belki hepimiz, başlı başına bir hikâyeydik. Hikâyemizi güzelleştiren sevdaydı. Bu sevda bitmezdi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi