O hayatı sen bana sor
Bazen hayat katlanılması güç bir yük haline geliyor. Felaket haberleri, kötülüğün krallığı, onursuzluk, ülkedeki dünyadaki gerilim, gittikçe kabaran çirkinlik sahneleri; kaçma hissini fazlalaştırıyor.
Ama bazen farklı resimler çizimler, sanatkârane eğilimler, edebiyat neşesi de insana iyi geliyor.
İnsanlık âlemi, dünya; renkleri, desenleri, ölçü(süzlük)leriyle yaşamı zor kılar. Fakat ölüler dünyasında da değişen fazla bir şey yoktur. Çünkü bir mânâda insan ve zafiyeti hüküm sürer.
Amerikalı mizah yazarı Mark Twain’in “Garip Bir Rüya” öyküsü; bir ölünün ağzından, ölüm karşısındaki bizlerin, böylesi ölünecek ve gülünecek hâllerini hicveder.
Ölüler de şartlarından memnun değildir. Terki dünya edince rahat edeceklerini sanmışlardır. Fakat Heyhat! Mezarlar yarı yumrudur mesela, tabutlar eski ve çirkindir. Sonra bir kere çevre bozulmuştur. Kulak verelim:
“..Otuz sene önce beni oraya yatırdılar ve mesuttum. Şehrin dışında, kırdayım. Etrafımda meltemler esiyor, çiçekler içinde yaşlı korular bulunuyor, tembel rüzgârlar yapraklara bir şeyler fısıldıyor,(…) kuşlar sakin inzivamızı müzikle dolduruyordu: Ah, ölmek bir insanın on senelik hayatına bedeldi o vakitler! Çok da iyi komşulara düşmüştüm. Civarımda ikamet eden ölü insanların cümlesi şehrin en yüksek ailelerine mensuptu. Evlat ve torunlarımız bizi unutmuyor görünüyorlardı. Mezarlarımızın gayet iyi vaziyette bulunmasına dikkat ediyorlardı.(…) fakat o günler tarihe karıştı. Torunlarımız bizi unuttular. Benim torunum bu ellerimle kazandığım parayla inşa edilmiş heybetli bir konakta oturup keyif çatarken, ben ihmale uğramış bir mezar içinde pinekliyorum”.(…) o güzel şehrin inkişafını biz yani ben ve o mezarlıktaki arkadaşlarım temin ettik, bolluk ve saadet içinde yaşamalarını, emniyete aldık.”
Hayırsız yeni nesillerden şikâyet eden Ölü; mezarlık günlerini anlatmaya devam eder:
“Emin olunuz mezarlığımızda içine su sızmayan tek kabir yoktur. Gece yağmur yağdığı zaman ağaçlara tırmanıp dallara tünemek zorunda kalıyoruz. Bazı günler boş bulunursak, ensemizden aşağı şırıl şırıl damlayan soğuk su ile apansız uyandığımız bile oluyor. O zaman herkes tümen tümen ya eski abidelerin üzerine tırmanıyor veya ağaçlara saldırıyor. Bütün dallar hurda iskeletlerle doluyor.(….) Mezarlarımıza dolan suyu boşaltmak için kova yerine kullanmak üzere birbirimizin kafatasını ödünç almak zorunda kalıyoruz.(…) Tam şafak vakti bizi ziyarete geldiğiniz takdirde mezarlarımızdaki suyu boşaltmak için nasıl uğraştığımızı ve kurutmak için kefenlerimizi nasıl çitlerin üzerine astığımızı pek çok defa gözlerinizle görebilirdiniz. Gayet zarif bir kefenim vardı benim. Çitin üstüne astığım bir gün onu çaldılar. İleride avam sınıfına mahsus mezarlıkların birinde Smith adında birinin bu işi yaptığını sanıyorum. Çünkü kendisine ilk rastladığım zaman sırtında bir kâtip gömleğinden başka bir şey olmadığı halde yeni mezarlıkta yaptığımız sosyal bir toplantıda, orada hazır bulunanların en iyi giyinmişiydi. Beni görür görmez hemen sıvıştı. Bu hareketi şüphe yok ki, çok manalıydı. Mezarlarımızda bulunan ihtiyar bir kadın da biraz önce tabutunu kaybetmişti. Bir yere giderken ekseriya tabutunu da beraberinde taşırdı. Kendisini öldüren spazmlı romatizma dolayısıyla geceleyin fazla dolaşmaması, bu hastalığın nüksederse başkalarına da geçebileceği kendisine söylendiği için bu şekilde hareket ediyordu. Adı Hotckiss’tir. Bilmem tanır mısınız kendisini. Üst iki dişi mevcuttur. Sol tarafında bir kaburga kemiği noksandır. Başının sol yarısından, kına renginde bir demet saç sarkar. Alt çenesi çok gevşek olduğu için bir telle bağlıdır.(Kadınlara da çatmış, toprağı bol olsun)(…) kıymetli vazo nakline mahsus hurdalaşmış bir kafesli tahta sandığa benzer. Belki onunla karşılaştığınız olmuştur.”
“….gayriihtiyari ‘Allah esirgesin’ diye haykırdım.”
Ölü sohbeti sürdürür:
“Kabirlerin durumu o kadar kötüdür ki, barınmak imkânı kalmamıştır. Kemiklerine zarar verecek şartlar hakimdir, mülkiyet hakları korunamamaktadır. Tabutu adamakıllı tamir görmüş bir tek kişi bile yoktur.”
Mezar arkadaşlarından biri, zarurete düşmüş olduğundan, başının altına bir şeyler koyabilmek için, abidesini aralarına yeni karışan bir bar sahibinin öteberisiyle trampa etmek zorunda kalmıştır.
Mevtanın anlattıkları ilginçtir. Pek çoğu abartılmış olsa da; mezarlık sakinleri taşları üzerinde yazıları okumaya bayılırlar. “Biraz sonra da o yazının söylediği şeylere inanmaya başlanır”.
Kefeni pahalıya alınan, cenaze masrafları epeyce yekûn tutan zengin kabristan halkından kimi varlıklılar, dünyadaki gibi merak uyandırır, itibarlıdırlar. Uzak yerlerden, hususen onu görmeye gelir ölü yoldaşlar.
Neticede ölüler de dirileri protesto ederek, daha elverişli mezarlıklara göç etmeye karar verirler. Özellikle koşulları yaşanacak(!) gibi değilse. “Menhus eşyalarını”, “mezar taşlarını” sırtında taşıyarak yürümeye başlarlar.
Kentsel dönüşüm vurmuştur herhalde. Mezarlarından kaldırılıp, oy kullandırılacakları da tahmin edilebilir. Çaresizdirler.
Bazıları yerleşecekleri mekânların araştırmasını yapar.
“Aralarında nispeten genç ve daha az çökük olan bir iki tanesi istasyona uğrayarak gece treni saatlerini öğrendiler. Fakat, bu tarz seyahat hakkında bilgileri olmadığı anlaşılan diğerleri sadece muhtelif şehirlere giden ana yolları sordular. Bu şehirlerden bazılarının ismi yeni haritalarda bulunmadığını da açıklamam lazım. Oradaki mezarlıkların durumu ve şehirlilerin ölülere karşı muamele tarzı hakkında malumat toplamaya çalışıyorlardı.”
Bu müthiş sohbet sürerken, tam o sırada horoz öter. Acayip kafile göz önünden silinir.
“Uyandım kendimi yatağın kenarında, başım aşağı doğru sarkmış vaziyette buldum” der Yazar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.