Beyin Hikâyeleri
Alfonse Daudet’in “ Altın Beyinli Adam” isimli hikâyesi, büyük kafalı, “som altından beyni olan” bir adamın müessif hazin serüvenini anlatır. Bu talihli adam, büyük bir mirasyedi gibi, hesapsız kitapsız, parça parça, bu eşsiz madeni dağıtır.
Ailesi “onun çalınmasından” korkarlar, dünyevî hırsızlar çoktur. Oysa önce o kendini azar azar böbürlenerek, sonra bonkörce savurarak, o sıra dışı nimeti tüketecek, hayatının en feci, en korkunç hırsızı olacaktır.
Son parçayı da, gereksiz bir duygusallıkla sevdiği kadının vefatını unutarak, onun hoşlanacağını umduğu bir ayakkabı satın almak için harcar; nihayetinde düşünemez hale gelir, aptallaşır.
Beyin boşalmış, paslanmaya yüz tutmuştur. Muhtemelen içine sömürgeciler, tufeyliler, a(salaklar) yerleşmiştir.
Belki gramajı(!) düşük bile olsa, hepimiz altın beyinle doğarız. Fakat zenginliğimizi yerli yerince kullanmak, y(ele) vermemek, acı tecrübelerimizden yararlanabilmek, iş gören, gereğinin yapıldığı bir umudu muhafaza etmek zordur. Herhalde bazı ilkeleri, bir merkezi ve değerleri içselleştirmeyi icap ettirir.
Beyin sanırım en ziyade emeği, muhafaza edilmeyi, kıymetlendirmeyi gerektiren bir uzvumuzdur. Hâlbuki akla ziyan hayatlarla nice kıymetli beyni hibe(!) eder ya da kimilerine beyin salatası yediririz.
***
Beyin deyince başka hazin sonlar da akla gelir. Beden bütündür ama her organın muhtemelen başka encamı da olabilir.
Beşir Ayvazoğlu’nun, Şeyh GÂLİB Kuğunun Son Şarkısı isimli, Şeyh Gâlib Biyografisinde rastlamıştım.
Hâlet Efendi Ehl-i tarik Mevlevi devletlûlardan “görünüşte karizmatik bir şahsiyet, “âlim ve fazıl bir zât” olarak tanınmasına rağmen, esasında zalim, gaddar bir adamdır. “Muhaliflerinden Şeyhülislam Hacı Halil Efendi’yi ve karısını cezalandırma biçimi tüyler ürperticidir” Halil Efendi’nin karısı Ziba Hanım’la Hâlet Efendi’nin karısı Lebibe Hanım, kocalarının arasındaki gerginlik yüzünden saç saça baş başa kavga etmiştir. “Bu olay üzerine Hâlet Efendi şeyhülislamı azlettirerek karısıyla birlikte Bursa’ya sürgüne gönderir. Ancak öfkesi bununla dinmeyecek, ikinci bir iradeyle Halil Efendi’yi Karahisar’a sürgün ettirdikten sonra, genç hükümdardan, büyücü olduğuna inandırdığı Ziba Hanım’ın katli için de bir irade koparacaktır. Bursa’ya gönderilen cellatlar, İstanbul’a götüreceklerini söyleyerek evinden aldıkları Ziba Hanım’ı şehir dışında boğar, (elbiselerini çıkarıp) çalılıklara atıp uzaklaşırlar. Bu hadiseyi duyan Halil Efendi üzüntüsünden tecennün etmiş (delirmiş), daha sonra nüzul isabetiyle ölmüştür. (Kapı Yayınları, 2024, s. 145-146)
Bu dessas, haris beynin sonu, başına gelenler ise ilginçtir. Talihi artık dönmüş, sürgüne gönderilmiştir. Sürgün yerlerinden biri de isteği üzerine Konya’dır. Orada kılıç kaytanıyla boğularak öldürülür(...) İstanbul’a gönderilen kesik başı bir süre Bâb-ı Hümayun ’da teşhir edildikten sonra Galata Mevlevihane’sindeki türbesine gömülür.
Bir riayete göre ise Galata Mevlevihane’sini ziyaret eden (İngiliz yazar, gezgin) Julia Pardoe, Hâlet’in kesik başı için şunları nakletmiştir:
“Birkaç gün geçmeden padişah kellenin akıbetini sormuş; kendisinin de bağlı olduğu Mevlevî tarikatının dergâhında gömülü olduğunu duyunca hemen çıkarılmasını ve şehrin lağımlarının Haliç sularına boşaldığı Balat’a götürülmesini emretmiş. Derhal emre uyulmuş.” (s. 149)
***
Victor Hugo, “Gördüklerim, İşittiklerim” isimli hatıra kitabında, sözü Talleyrand isimli zekâsı ve entrikalarıyla ünlü, Fransız siyaset adamına getirir.
Hugo, “Finis rerum!(İşlerin sonu)” dediği bir bitişi şöyle anlatır:
“İşte önceki gün, 17 Mayıs 1838 günü bu adam öldü. Doktorlar gelip cesedi mumyaladılar. Bunun için, eski Mısırlılar gibi, karın boşluğundan bağırsakları ve diğer iç organları, kafa boşluğundan da beyni çıkardılar. Bunu yaptıktan sonra ve Prens Talleyrand’ı bir mumya haline getirip beyaz atlas kaplı bir tabuta yerleştirdikten sonra, çıkardıkları beyni, bunca şeyler düşünmüş, bunca insanları esinlemiş, bunca yapılar yükseltmiş, iki devrim yönetmiş, yirmi kral aldatmış, dünyayı kapsamı içine almış o beyni bir masanın üzerinde bırakarak çekip gittiler.
Doktorlar gittikten sonra, bir uşak girdi odaya ve onların bıraktıkları şeyi gördü: “Bakın hele! Şunu unutmuşlar!” dedi içinden. “Acaba ne yapsam diye?” düşündü. Birden sokakta bir lâğım bulunduğunu hatırladı ve gidip beyni o lâğımın içine attı.” (Düşün Yayıncılık, İstanbul, 1996, sh. 31)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.