Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Bu Hikâyelerin Hepsi Gerçekti

Bu Hikâyelerin Hepsi Gerçekti

Ve yazar örgülerinde, yeniden sivrildi dirildi. Çünkü kader ağlarını örmüştü.

Şimdi, örgü işlerine birazcık bakalım mı? Okur onlarla görüşsündü.

Kiminde hikâyeniz ve kahramanınız kuyrukludur. (Gerçi mutlaka rastlamışsınızdır memlekette ama) hikâye kişilerinden Haskuyrukla tanışalım:

Üstelik memlekette hem kuyruklular, hem de kuyrukçular hızla türemişti. Ayrıca “kuyruğa” giren gireneydi.

Kuyruğu, şükürler olsun özgündü. Her yere, lüzumlu her anıt şahsiyete, istendiği gibi usulünce, adaba töreye, kuralına kitabına uygun özgürce sallanabiliyordu.

Çağımızda aranılan ve ne yazık ki gittikçe daha sık bulunan bir meziyetti. Yüce başların kuyruğuna yapışmak için itiş kakış olur, nice kavgalar, kuyruk savaşları çıkar, illallah dedirtirdi.

Kuyruklar birleşir, toplantı yapardı. Ancak herkes kendi kuyruğunun peşinde olduğu için, pek matah sonuçlar ortaya konmazdı. İşin içinde kuyruğu kıstırıp, gitmek de vardı.

Kuyruk sahibi olmak, sevdalı, dava sahibi olmaktı.

Kahramanımız “Has kuyruk” da, hususî bir gayret gösterir; saatlik, günlük, aylık, mevsimsel ideolojik değişimlere göre kuyruk, buyruk ve dava ayarla(n)malarına dikkat ederdi.

Nitekim günümüzde en önemli insanlık alameti akıl değil, kuyruktu. Böylece hayvanlarla insanlar birleşiyor; beraberce barış içinde, kuyruk kuyruğa yaşıyordu. Bunun bir başka ismi de “kuyrukların kardeşliğiydi.”

Kuyruğa dikkatle, sevgiyle bakmak elzemdi. Çünkü yegâne sermayeydi. Dolayısıyla, özel bir kuaför çağırır, aylık değil günlük bakımını özenle yaptırırdı. Kuyruk, temizlenip kabartılır parlatılır, bazen boyanır, üzerine envaiçeşit parfüm sıkılırdı.

Ki ilgi çeksin, göze girsin. Fakat aksilikler birbirini kovalar; ileri gelenlerin, zât-ı âlilerinin fıldır fıldır oynayan, takma gözleri, bir türlü ona takılmaz, biçare, baygınlık geçirirdi. Üstelik Kuyruk yarışlarında birincilik kürsüsüne çıkmak; yol göstericileri, en yağlı, namlı kuyrukluyu şiddetle takip lazım gelirdi.

***

Mühim, en eski sorunlarımızdan biriydi. Beyin sanırım en ziyade emeği, muhafaza edilmeyi, kıymetlendirmeyi gerektiren bir uzvumuzdu. Hâlbuki akla ziyan hayatlarla nice kıymetli beyni hibe(!) eder ya da kimilerine beyin salatası yediririzdi.

Sokaklar idraki körelmiş, beyni boşalmış ölülerle doluydu. İlk başlarda tepkiler geldiyse de sonra kanıksanmaya başlanmıştı. İşin garibi beyinlerini bizzat Hükümdar Dahhâk’a sunanların artışıydı. Bunların ekserisi halktan ziyade, yüksek sınıflara mensup asilzadeler, medreselerin ilmin tozunu yalayıp yutmuş entel(li) dantelli takımdı.

Bu beyefendiler etraflarına pek bi aydın bay’dın bakardı. Zoraki değil de böyle kendiliğinden gelen, en yüksek fiyatı verene beynini kiralatıp, azıcık ucundan baktırabilecek fiyakalı şahıslar pek çoktu. Kafalarında beyin yerine ağır bir Frengi’stan şalı taşıyorlardı.

Tabii hükümdardan apaçık para isteyemeseler de; Dahhâk adamakıllı incelip, demokratikleştiği için; hem de reklâm olsun, şan olsun, görevlilere fazla zahmet çıkmasın diye bu gönüllü alımlarının bedelini, şimdilik bayağı yüksek tutuyordu. Hekimleri o derece ustalaşmışlardı ki, beynin en işe yarar kısımlarını aldıktan sonra, insan suretindeki “düşünen hayvancıkları” sokağa salıyorlardı. Dahhâk kıs kıs gülerek, “Yani bu körpe kuzu beyinleri yenilmez, yem edilmez de ne yapılır.” diyordu. Evrendeki her canlı, potansiyel “beyin salatasıydı”. Ya da beyin safsatasıydı. Nasılsa yarı kemirilmiş, hatta tımtıkır bir kafayla da idare edilebiliyor, yaşayıp gidiliyordu.”

***

Şakuduk şukuduk örgü öreyim derken, kalemimden vampirler mi ısırdı bilmem, şükürler olsun benim de bir vampirim oldu. Stefanie yazar da biz yazamaz mıyız, mamafih benim ki ancak öykücüktü.

Şimdi Vampirimiz kalemimden mi ısırdı bilmem, söz istiyor, ne der bir görelim:

Yediklerim içtiklerimden bazen hastalanıyorum. Nerede eskinin yumuşak, latif boyun etleri. Sarımsaklar bile acaayip bozuldu. Hepsi Çin malıymış.

Kafam karışık. Etrafı gözlüyorum. “Beslenme açığımız büyüyor” diyorlar. Sonra baktım, didişip, hemcinslerini yiyorlar. Âdemoğulları; hiçbir sorumluluk, beyin ağırlığı taşımayan avare turistler, belalı tacirler, uğursuz müzayedeciler, kan emiciler gibiler.Garip bir tür...

Çekinip korkmaya, pişmanlık beslemeye gerek yok. Zaten birbirlerinin azılı düşmanı, hasmı. Üstelik ikide bir sevgiden bahsederler. Belki çoğu yarasa tabiatlı, habis fıtr(atlı). Söylemek bize düşmez ama çirkefleşerek, çirkinleşerek gidiyor, dehrin zamanını çalıyorlar. Kansızlık çekiyorlar.

Dünyaya öylesine kazık çakıyorlar ki; hakaret ettikleri aşağıladıkları varlıklara, kazık değil tokat dahi çarpamıyor, çakamıyorlar. Çürüklerimiz yarışıyor.”

***

Bazen kelimelerle de halılar dokunurdu; hem dokunur, hem de sözleriyle bize dokunurdu:

Kuru toprağın üstünü örttüm öptüm. Aslında yerle birdim. Narin kıvrak bileklerin gücüyle, ilmek ilmek örüldüm. Düğümlerimde sabrı görürdünüz, kiminde teknolojiyle buluşmuş hızı, engellerin çözümünü, iradeyi emeği, sevgiyi ve sanatsal hikmetleri…

Kırmızı renkle, ışıklar altında coştum.

Parlatılmış kadınlarla adamlarla yürüdüm koştum. İnsanlar değdi tenime. Taçlıların muktedirlerin ağırlığıyla, yoksulların yoksunluğuyla ürperdim. Kaç yürekle işlendim. Eski günlerin azametiyle sarhoştum, kendimden geçtim.

Kâh bağrımdan Kleopatra fırladı. Kâh nice değeri basıp geçen kemiren erdemsizler, örtüldüğüm sahnelerde meydanlarda cırladı. Perde oldum bazen de settim, gizlenildim. Pislik altımdaydı bazen, ama nicelerini de tepemde gezdirdim.

Havalandırıldım. Haşerelere karşı ilaçlandım. Hâlbuki en devasa, ardı arkası kesilmez, ilaç kâr etmez, iki ayaklı muzır böceklerle, güvelerle haşır neşirdim.

Süpürgeler, temizlikçiler bana dosttu sanırım. Arınmaya safiyet ve halisiyete inanırım.

Zamana karıştım, devranla yarıştım. Bakışlar, şartlar değişti. Hadiselerle afalladım şaştım.Çağa çabucak ayak uydurdum, makine tezgâhından geçtim. Üretildiğim mekânlarla beraber geri çekildim, si(li)ndim. Ezildim hırpalandım, yıpranıp düştüm. Yol(luk) oldum, paspas oldum.

Horlukla çöplerde yerimi buldum. Eski püsküydüm. Büzüldüm üzüldüm.

Çamaşır makinelerine atıldım, küçüldüm. Eridim hemence süpürüldüm. Renklerim soldu. Ayak olan başların çokluğuyla ömrüm doldu. Yerler çıplaktı, gönüller tenha Sözlerimi kimse dinlemez oldu. Şarkılarıma kulak kesilen yoktu. Oysa çeyizlerin içindeki ninnileri, patikleri, terlikleri, üzerime uzanıveren başları, dinlendirmeyi, telâşı, evlerle yaşlanmayı sevmiştim. Hayata girmeyi, dirsek temasını…

Unutulmayıp, terk edilmeyip, insan kokusu değsin isterdim. Sedirlere, koltuklara kurulmayı, baş üstünde taşınmayı, tatlı kaynaşmış konuşmalar duymayı; doku(nulmayı).

Kıyıda köşede bezlere poşetlere sarınmış bekler giderdim. Benzerlerimin gözden düşmüş, elem çekmiş gölgeleriyle kederlenirdim.

Kâh saygılı, tarih saplantılı sessizliklerin, allame sözlerin gezindiği, bilet kesilmiş resmi salonlarda ihtişamlı mazimi özlerdim. Camlara çerçevelere hapsedildim.

Tozu bitmez” derlerdi, hâlbuki hep sizlerin eseriydi. Yandım, küllere karıştım. Delik deşiktim. Dilsizdim.

Kalbin gözü kulağı; eşyanın ardına bakan yoktu. Söylediklerime kimse kulak asmaz oldu. Deli dolu tozlu sözlerdi unutuldu.”

***

Hepimizin sesi, seslenişi, bestesi, kendine özgü bir şarkısı var. Her yeri hamam zannetsek de, sonunda hoş sedalar bırakıyor muyuz bilemiyorum:

Şarkıyı şahsı mı seslendiriyor. Bilemiyor. Lâkin kendi şarkısı da var.

Küçük Sahnede, öz ekranında(!) çalıp söylediği. Sesi iyi değil. Bir acayip, berbat vıraklama. Solo. Bazen koroya, zemine karolara karışıyor. Göğe yükselecekken, sesi yeraltında, bodrum katlarda, dünya asansöründe boğuluyor. “Anlamazdın.”

Sarıldınız kürklere, deri parçalarına, kuruldunuz tahterevallilere, salıncaklara, şeylere. Bir garip savruldunuz gittiniz işte bilinmezliklere, saltanatsız sırlı âlemlere.Bir gün bu gürültü uğultu sayha vaveyla temaşa kargaşa hengâme karmaşa tasa(rlama).. bu sarhoş şarkı bitecek. Anla! “Anlamazdın.”

***

Ve hayatta nur örgüleri de bulunurdu.

İlâhî Nağme’yi yeniden işitti. Belki hep o büyülü atmosferin, mükemmel, eşsiz zamanın içindeydi de hissetmiş ama bilememişti. Her zaman kendini ihsas eden, tüm mevcudiyetini harekete geçiren, bir deprem volkan kıyamet etkisiyle yerden yere çalan, toprakla yeksan edip gömen, silkeleyip uçuran.. Her zerreyle birleştirip güçlendiren, gönendiren, hayat bahşeden en ulvî, en nadide, en müstesna zevk, en kudretli zaman. KÜN! Ol!”

Dünyaya inersek; Ya Ol! Ya Öl!

***

Nefha (Şeyh Sadreddin Konevi Esintileri) romanı, edebi hayatımda önemli yer tutuyordu. Bu nadide, yüce şahsiyete önce Yazarlar Birliğinde, daha sonra türbesinde gerçekleştirilen Sadreddin Konevi Okumalarıyla yaklaştım. Ona âşık bir taşın anlatıldığı, sabrı, iradeyi, metaneti, ancak aşk cehdi ve nefesiyle parçalar bütünleşirse bir güzelliğin, kemalin ortaya çıkacağını belirleyen Taş hikâyesiyle zihnim çelindi.

Âşık taş, hem hocalarının hem de talebelerinin seyrini gösteriyor; yolcunun macerasını, tohumun serpilmesini anlatıyordu. Bir başka açıdan, eşyanın ardına, Kâinattaki müşterek Sevgi özüne değiniyordu. O yüzden romanımın merkezine aldım.

Çevresini, hocalarını, talebelerinin bazılarının hayatlarına değinirken, örgü büyüdü, Taş Hikâyesi “büyüyünce roman olacağım” dedi, romana dönüştü. Ve.. Hasan ortaya çıktı. Sessizliğin kapıları ve gözleri var. Bütün kapılardan geçmek istiyordu. Âlemlerin Efendisi, en şerefli insanın mührüyle, rızasıyla geçmek. Güle güle seve seve ölmek. Eşyanın da kendine mahsus bir bilgisi, arkası, muradı var. Güller kokuyor, “Mahbup Habib” tomurcuklanıyor. Sadreddin, Mevlana, Muhyiddin rayihası yayılıyor. Bir arı, aşk kanıyla boyanmış, büyüleyici bir çiçeğe doğru, toz kanatlarıyla uçuyor. Hasan, vızz’ıldıyor.”

Bir nefha esti. Yer 13. Asır Konya’sı oldu. Dünya Evi iç içe geçti, çatırdadı. Mekânı, Zamanı gönlüne yatırdı. Başı Hasanlaştı, taş’laştı, Sevgili’yle hemhal olmuş, talihli bir seccadenin üzerine serildiği zeminde kalakaldı. Ayak(kabılıklar)da dolandı. Yokluk elbisesine bakakaldı. Ölmeye özendi yattı kaldı. Kalktı. Kalem hareketlendi, bereketlendi.

Bilirim Efendim Siz ki, “taşları” konuştururdunuz.

Yüzyılların tozu vardı üzerinde. TAŞ; kör, sağır ve dilsiz değildi. Bilâkis hasretliydi, çook hasretliydi.”

Örgü keyfi, hayatı anlama, bilme, keşfetme ve OKUma keyfine karıştı. Ve siz bu öyküleri severdiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi