YAŞANABİLİR VE NİTELİKLİ SOSYAL KONUT ÜRETMEK MÜMKÜN MÜDÜR?
Dokunulmazlığı yasalarca korunan konut, “insanların içinde yaşadıkları ev, apartman vb. yer, mesken, ikametgah” olarak tanımlansa da şüphesiz ki bunun ötesinde bir anlama sahiptir. Temel fiziksel ihtiyaçlarından biri olan barınma ihtiyacını karşılamasının yanında, içinde geçirilen zaman ve sağladığı mahremiyet göz önünde bulundurulduğunda bireyin manevi yaşamının önemli bir parçasını oluşturur. Bunların dışında, konut bir tüketim nesnesi ve yatırım aracı olduğu gibi sosyo-ekonomik statü göstergesidir. Bu durum, metalaşan her kavrama olduğu gibi konuta da alt gelir grubunun erişimini kısıtlar. Sosyal adaletsizliğe çözüm üretmek hedefiyle bu noktada kamu kuruluşları ve sivil oluşumlar “sosyal konut” kavramı ile devreye girer.
Sosyal konut ve toplu konut, günlük hayatta iç içe geçmiş kavramlar olarak kullanılsa da aralarında önemli bir fark bulunur. Sosyal konut; orta-alt sınıfa yönelik, piyasa üretimine alternatif olarak, kâr amacı güdülmeden üretilen konutları tanımlarken toplu konut, ticari bir kavrama karşılık gelir.
“Toplu konut öncelikle, kapitalist “konut pazarı” ya da “konut endüstrisi” tarafından üretilen konut yerleşmelerini ifade eden bir terimdir. Genel anlamda tek defada çok sayıda üretilen konutlar tanımlanmaktadır. Sosyal konut ise devlet, yerel yönetimler ya da sosyal kuruluşlar tarafından yapılan ve kısmen kapitalist pazarın dışında bir üretimi ifade eder. Özellikle toplumun dar ve orta gelir gruplarına yönelik kiralanmak ya da satılmak üzere üretimi kamu otoritesi tarafından sübvanse edilen konutları tanımlamaktadır”
Orta çağın günlük üretim koşullarında, işçinin-köylünün konutu, hiçbir zaman bir mimarlık sorunu olarak ortaya çıkmamış. Kendi konutlarını kendileri yapmışlar veya yapamamışlar. Kuşkusuz bu iskanın koşulları, özündeki eşitsizliğin yansıması içinde ve en alt düzeyde olagelmiştir. Kısaca, “kent / kent emekçilerinin iskanı / konut” sorununun tarihi bir sürekliliği vardır. Ne var ki bu sorunun yine tarih boyunca sahip olmadığı boyutlarda ortaya çıkışı, kapitalizmin gelişmesi ve sanayileşme ile olmuştur. Savaşlarda yıkılsa da yeniden kuruluyor olsa da yapısı, zaman içinde durağan sayılabilecek bir hızla değişen kent, 18. yüzyıldan itibaren, yapısal bir dönüşümün etkilerini yaşamaya başlamıştır. Bütün dönemlerin en büyük konut sorunu da bu dönüşümün içinde oluşmuştur. Konut sorununun bu evrede sahip olduğu büyük niceliksel boyut ve niteliksel farklılık onu, daha önceki dönemlerinkinden ayırmaktadır
Türkiye’de ise cumhuriyetle beraber yeni bir kimlik kazanan başkent Ankara ile başlayan göç dalgası, sonraki on yıllarda endüstriyel faaliyetlerin yoğunlaştığı büyük şehirlere işçi göçüyle devam etmiştir. Konut arzı, talebi karşılayamayınca büyük şehirler gecekondulaşmayla ve kentleşme sorunlarıyla yüzleşmiş, bu sorunlar günümüze kadar süregelmiştir. Kamu eliyle üretilen konutlar arasında başarılı örnekler bulunsa da özellikle 2000’li yıllarda acil ihtiyaca cevap olarak üretilen sosyal konutlar, mimari açıdan tatmin edici olmaktan uzaktır. Bu acil ihtiyaç durumu, konut üretiminin ağırlıklı olarak sayısal veriler üzerinden tartışılmasına sebep olurken Türkiye’nin dört bir yanında, bağlam ve iklim gözetilmeden üretilen tip projeleri doğurmuştur. Ancak, dünya literatüründen sayısız örnek göstermiştir ki kısıtlı zaman ve bütçeye rağmen alternatif, nitelikli konut üretimi de mümkündür.
Sosyal konut kavramını temsil eden çevrelere bakıldığında, özellikle Türkiye ortamında, bunların düşük bütçelerle, hızla, çevresel ve mimari değerleri öne almaksızın gerçekleştirilmiş yoğun yerleşim alanları olduğunu gözlüyoruz. Şüphesiz bu anlamda kısıtlı alım gücü olan gelir gruplarını hedef alan yatırımlardan bahsediyoruz. Öte yandan “Bu grupların alım gücü kısıtları bu konutların çevresel niteliklerinin meşrulaşması için bir haklı bir zemin oluşturmakta mıdır?” sorusunun yanıtı açık kalmaktadır. Bir başka deyişle “Benzer bütçe olanakları ile ya da işlevsizleştirilecek başka mekanizmalarla fiziksel çevre kaliteleri daha yüksek, dolayısı ile barındırdıkları yaşam kaliteleri artırılmış çevreler elde etmek olası mıdır?” sorusu üzerinde düşünmek gerekir.
Sonuç olarak; Konut başında sosyal tamlaması olsun ya da olmasın insanların yaşama bağlandıkları, yaşamla ilişkilerini kurdukları ana fiziksel mekandır. Konut çevresi sadece bir barınma mekanı olarak algılanmamalı, insanların yaşam alışkanlıklarını, kültürel birikimlerini, sosyal ilişkilerini ve sonucunda da yaşam kalitelerini belirleyen birincil fiziksel girdi olarak algılanmalıdır. Bu anlamda bahsi geçen “bir yaşam çevresi” ve yapay olmayan anlamı ile bu çevrenin sürdürülebilirliğidir. Tasarım yalnızca belirli bir programı sağlama işlevi olarak algılanmamalı, programa paralel olarak hatta kimi zaman onunla çatışmayı öne alarak, önceliklerin belirlenmesine yönelik bir süreç olarak algılanmalıdır. Örneğin hepimizin bildiği gibi Türkiye’de özellikle son yıllarda sosyal konut adı altında üretilen konutların büyüklükleri, bize göre yıllık kişisel gelir ortalamaları çok yüksek olan Avrupa ülkelerinden çok daha yüksektir. Proje bütçeleri konut büyüklüklerini esas almakta, yeşil alan ve nitelikli mimari için kısıtlı bütçeler içinde kalınmaktadır. Tasarım aşamasında konutu bireysel mülkiyet sınırları ile kısıtlı görmemek, bireysel birimlerin eklemlendiği bütün bir yaşam çevresi olarak algılamak gerekir.
Türkiye’de ise sosyal ya da değil, konut maliyetlerinin yüksek olmasının en önemli nedeni arsa maliyetleridir. Bugün özellikle metropol alanlarda şehrin çok dışında bile arsa maliyetleri toplam proje maliyetinin yarısına yaklaşmakta hatta belli bölgelerde bunu aşmaktadır. TOKİ gerek örgütlenme biçimi, gerek arsa üretme verimliliği, gerekse inşaat hızı ve sayısal üretimi ile başarılı bir model sergilemekle birlikte ürettiği konut ve yaşam çevrelerinin nitelikleri açısından son derece başarısızdır. Türkiyede sosyal konut denilince maalesef yatay gecekondudan dikey gecekondulara geçiş olarak da algılayabiliriz. Her ne kadar son zamanlarda bu konuda bir gelişme kaydedilmiş olsa da burada tam bir başarı sağlandığından bahsedemeyiz. Bu eleştirinin en önemli zemini öncelikle TOKİ’nin yer, iklim, kültür farkı gözetmeksizin sürdürmekte ısrar ettiği “tip” projeler, sonrasında da bunların oluşturduğu yoğunluk ve çevresel tasarım kriterleridir. TOKİ projelerinin büyük çoğunluğunda “mimarsız mimarlık yapma” ısrarı içindedir. Bu durumu proje maliyetlerini düşürmekle meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Oysa özellikle Türkiye ölçeğinde proje maliyet girdileri genel bütçe içinde çok düşük bir pay tutmakta, hatta nitelikli projelerin uzun dönemde maliyet açısından daha verimli olabileceği göz ardı edilmektedir. Aslında TOKİ gibi pazar lideri olan bir kurumun mimarlarla daha yoğun bir işbirliği içinde olması, onları bir paydaş olarak algılaması gerekir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.