Kahve Söyledim
Adımlama seslerindeki düzenli ve kontrollü tını, bunun ancak bir yetişkine ait olabileceğini gösteriyordu. Ayaklar bir çocuğa ait olduğunda, çok daha kısa mesafeli aralıklarla atılmış olan adımların sık, irrasyonel ve patırtılı sesleri ortaya çıkar, malum.
Sonra, apartmanın içinde yankılanan o sesler, asansörün önüne gelince durdu. Uzunca boylu, giysilerinde koyu renk tonları tercih etmiş olan genç ve baş örtülü kadın, açılan asansör kapısından içeriye girince gözden kayboldu.
Bir önceki geceyi dedesinin -yani babamın- evinde geçirmiş olan oğlumun gelmesini bekliyordum o sabah. Okul servisi, dakikalar içinde gelirdi.
Ardından bir çift düzenli ve bir çift de patırtılı ayak sesini duyunca, ikisinin geldiklerini anladım. Genelde sinirli olan babam ve sinirli olmayı, erkek olmanın bir gereği gibi algılayıp dedesini modelleyen oğlum, okul çantasını sebepsiz bir hışımla elimden aldılar ve beraberce okul servisine doğru yollandılar. Yine de onlardan birisini öpüp öyle yolcu etmeyi ihmal etmedim. Bilin bakalım hangisini?
Sonra benim de okul çıkış saatine kadar sürecek olan boş zamanım, saatleri vurmuş oldu. Vakit başladı.
O gün anneliğin ve kadınlığın kitabının bir köşesine küçük bir imza iliştirecektim: dolma yapacaktım. Zeytinyağlı ve kuş üzümlü olanlardan değil... Onları nerede ve ne zaman görsem, hemen gözlerimi kapatır ve hiç karşılaşmamış olmayı dilerim. 'Sarma' deseniz, o kitaba yalnızca küçük bir imza iliştirmekten söz etmiş olduğumu hatırlatırım sizlere. Küçük bir imza. Asma, kiraz, lahana yaprakları... Uğraşanlara tebrikler ama etli biber dolması, bu işin nirvanasıdır zaten... Hem de kolayca yapılabiliyor.
Sonra, bir süre önce bir sevmeyenimin yapmış olduğu tavsiyeye uyarak, yürüyüşe çıktım. Hakikaten de hayatımda hiç bir hareket ya da spor falan yoktu uzun zamandır. Yürümeliydim en azından. Sağlık için. Tabii... Bu güzel tavsiyeyi bir sevmeyenimin vermiş olduğunu söylemem de şaşırtmasın sizleri. Sonuçta bozuk/durmuş bir saat bile günde iki kez doğru söyler. Söylemez mi? Bu da öyle bir şeydi işte. Her neyse...
Yürüyüşümü tamamlamak üzereyken, yol üzerinde gördüğüm bir kafeye oturup kahve söyledim. "Şeker soyle, kaymak söyle, bal söyle" diye çığıran o güzelim şarkıyı duydum uzaklardan sonra niyeyse, eş zamanlı olarak. Gerçi, türküye 'şarkı' demek, caiz midir hocam?
Bundan çok yakın bir zaman önce cereyan etmiş olan o garip olay aklıma geldi, kafede otururken. Garip... O değil, diğerini diyorum... Aslında psikolojik bir gerilim filmine konu olabilecek türden, akıllara zarar ve kalplere durgunluk verebilecek bir şeydi bu. 100 yıl önce sorulmuş olan bir sorunun, aniden, alelacele, alelade ve öylesine cevaplanmış olması, sorduğunuz o kadim tarihlere uzanan sorunun, pahada pek de öyle fazla ağır olmadığını size gösterince, hayal kırıklığı oluşuyor tabi ilkin. Fakat olaylara verilen tepkiyle, yani duruma maruz kalan edilgenin verdiği reaksiyonla kıymet kazanıp anlam buluyor her şey. Oluşan tepkim ise, o saçmalığa karşı yalnızca sakin bir izleyici olarak kalmaktı. Bu yüzden sorun yoktu. Sonra uzaklardan, "bilir o beni" diyen bir şarkının çalındığını duydum yine, ne hikmetse...
Ve söylediğim kahvenin hesabını ödeyip kalktım, yürüyüşüme kaldığım yerden devam etmek üzere. Öyle ya, hesaplar ve bedeller muhakkak ya seve seve ödenir, ya da, bir şekilde ödetilirdi zaten. Bilir o bunu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.