Mustafa Ateş

Mustafa Ateş

İnsanın Macerası ve Yozlaşma

İnsanın Macerası ve Yozlaşma

Bütün eşya, bütün evren, bütün mevcudat hareket halindedir. Doğup batan güneşler sabit gibi durduğu halde dönen yıldızlar ecram-ı semaviyye, atom çekirdeğindeki mucizevî hareketlilik, artı-eksi kutuplar, eşyayı dengede tutan çekim kanunları hep harekettir. Yerinde sayan, sabit duran bir şey yoktur. Filozof şair merhum Necip Fazıl’in ifadesiyle;    

Akışta demetlenmiş büyük-küçük kâinat

Şu çıkan buluta bak, şu inen suya inat.

Hepsi yürüyor, hepsi yüzüyor, hepsi kayıyor, hepsi geçiyor duran yok, duraksayan yok... Minel-ezel ilel-ebet her şey dönüyor, kayıyor, akıyor, yürüyor... Bütün bu hareketlilik zaman denilen esrarlı bir akışın, mekân denilen fiziki bir zeminin içinde cereyan ediyor. Bütün kevnî olaylar, bir oluşu, bir yenilenişi, bir hareketi, bir akışı temsil ediyor. Yürüyen var, duran yok, tehir ve teahhür söz konusu değil. "Kaynayıp da çekilmeyen denizler, çalkanıp da dökülmeyen yıldızlar" bu umumi ve külli bir hareketin parçasıdır... Canlı-cansız hiç bir varlığı rahatsız etmeyen bu akış, bu yürüyüş, bu süzülüş, kendi mihverinde cereyan eden bu dönüş kimin ve nasıl bir enerjinin, nasıl bir gücün eseridir? Bütün bu eşya ve onlarda müşahede edilen bu akış hangi ilcaların, hangi dayanılmaz, karşı konulmaz gücün tesiri altındadır? Niçin ta ferda-yı hilkatten beri her şey, durmaksızın, duraksamaksızın bu akışı, bu seyri, bu yürüyüşü sürdürüyor?

Evet, her şey, bütün evren, ezelde kotlandığı şekilde yoluna, yolculuğuna devam ediyor. Fıtratın kanunlarına karşı gelen yok. "-O Rabbülalemin olan Allah- sonra duman (gaz) halinde bulunan semaya yöneldi. Ona ve yeryüzüne "isteyerek veya istemeyerek (Tav'an ve kerhen) buyruğuma gelin" dedi. İkisi de -gökler ve yerler- buyruğuna itaat ederek geldik dediler (Fussilet Suresi ayet: 11). Bütün ecram-ı semaviyye buyruğuna ram oluyoruz derken ve bu buyruğu asla ve kat'a savsaklamazken, kendinde güç vehmeden ve bu devşirme güce istinaden O' na ve onun buyruklarına direnen biri var; Beşer!.. Yaradana karşı, baş kaldırı serbestliğini kendisinde gören bir takım menfi dürtülerin orijini... Öncekilerin geçtiği isyandan ders almayan ve mutlaka o tecrübeyi denemek isteyen beşer!.. Beşer, dağların- taşların, yerlerin ve göklerin güç yetiremeyeceği, takat getiremeyeceği yükleri kendi özgür iradesiyle omuzlayan, sırr-ı hilafeti ve emanet-i kübrayı hamil insan!.. Alçalmaya da yükselmeye de namzed. Bir yanıyla nur, bir yanıyla nar!.. Bir yanıyla melek, bir yanıyla şeytan!.. Hatta şeytana pabucu ters giydirebilecek kadar şeytan!.. İniş ve çıkışlara gebe... O akıl gibi bir nimetle donatılınca kendisinde bir meziyyet vehmetti ve seçimini yaptı. Topraktan yaratıldığını unuttu. Hilkat, onun varlık hamurunu yoğururken nasıl bir kader çizgisi izleyeceğini, hangi gel-gitleri yaşayacağını, hayır ve şerr kutupları arasında nasıl savrulacağını da biliyordu. Onda gizli kılınan sırr-ı hilafet, ayan-beyan ortada iken, o bazen toprak olarak kalmayı yeğledi. Gerçi o topraktan yaratılmıştı ama, ilahi lütuf ve nazarla, yalnız toprak değil, toprakta olmayan manalar da taşıyordu. O bunu meleklerin kıblegâhı olma keyfiyetiyle anladı. Ama dünya serüvenine sebep teşkil edecek olan başka bir imtihandan geçecek ve misyonunun tamamlanması için, yasak meyveye yaklaşmayacaktı. Fakat o, bunu unuttu. Kıskanç bir düşman ona bu yasağı deldirdi. Artık cennet sefasından, dünya cefasına yuvarlandı, onun için bir düşüş (hübüt) başlamıştı. O bütün soyuna yetecek kadar hem sefadan, hem cefadan nasibini aldı. Nefsine zulmetti, sonra hatasını anladı. İblis gibi diretmedi, tövbekâr oldu. Tövbesi kabul edildi. Yeniden o sefa yurduna kavuşma yolculuğu burada başladı. Artık o cennetlik bir dünyalıydı...                                           Bir imtihan için dünyaya sevkedildi. Dünya macerası büsbütün yakıcıydı. Zorlu bir mücadele ve ağır imtihanlar onu bekliyordu.

Şu kitle-kim ona nev'i beşer denilmiştir,

Tapar emellere hayfaki hepsi nafiledir.

Adem diyarından gelip belalı yollardan,

Elem yüküyle geçen aziym bir kafiledir...

Ferid KAM

İnsanoğlu düşe-kalka yürüdü, arzu ve ihtiraslarının zebunu olarak bu günlere geldi, ama daha yolculuğu bitmedi. İnsanlık yolun başında, kimileri pusulayı şaşırmış, hedefi kaybetmiş, kimileri ise mutlu sona ermek için şah-rahta devam ediyor. Fakat eskiye göre, şimdilerde yolunu şaşıran, hedefini kaybeden, Tarık-i müstakim’den çıkan, dalalet yollarına sürüklenen daha mı çok ne!.. Ezelde kendi iradesiyle yüklendiği misyonunu unutan insana, ilahi bir lütuf olarak, zaman içinde sayısız uyarıcılar, nebiler, resuller gönderilerek, ona görevi ve misyonu hatırlatıldı. Ahlaki ve insani kodlarına uygun bir hayat tarzı ihtar edildi. Bu ihtara uyanlar kurtuldu, isyanda ayak direyenler ise hidayeti verip, dalaleti aldılar. İyi bir alış-veriş değildi bu, onlar hep kaybettiler... Belki dünyayı ve dünyalığı kazandılar, ama ebediyyeti kaybettiler. Bu acı düşüş bir yerde durmadı; sukuut, hemde ahlaki sukuut yaygınlaşarak devam etti. Kendi ihtiraslarını gençliğin üzerinden yeniden yaşamak isteyen şer odakları, masum gençlerin, toyluğundan yararlanarak, cinselliklerini öne çıkarıyor ve bu düşüşün sürmesini sağlıyorlar... Üzülerek söyleyelim ki bu gidişi, bu düşüşü destekleyen hizipler hep var oldular. Artık gençlik, göklerden inen mesajların ruh okşayıcı esintileriyle değil, nefsanî ve şeytani hilelerle, desiselerle karılan/karıştırılan, suni teneffüs cihazlarıyla nefes alıyor. Nefsanîliğin girdabında boğuluyor. Canhıraş çığlıklar eşliğinde, kurtuluşu araması lazım gelen gençlik, muhitini saran zalamın (karanlığın) ortasında şaşkın ve perişan... Onun bu şaşkınlığından istifade etmek isteyen şer güçler onu bir daha-bir daha tuzağa düşürme ve esfel-i safiline gönderme peşindeler. Ne yazık ki gençlik de bu tuzakları kurtuluşa giden yolun imtihanı zannetmekte. Yani derdi deva, devayı dert gibi algılamakta. Böyle olunca da kurtuluş imkânsızlaşmakta. Burada sadece gençliğin içine yuvarlandığı bunalımdan söz eder gibi bir intiba uyanabilir. Aslında sukuut ve düşüş, bugün, bütün insanlığın meselesidir ...

Nitekim, insanlık buluş ve icadıyla kendisini tanrılaştırıyor ve Allah'a kafa tutar hale geliyor. Paganizmin mahkûmu olan insanın ahlaken ve manen sukuutu devam ediyor, düşüşün hızı gittikçe artıyor, ama etraftaki sahte alkış tufanından dolayı, bu düşüşün çıkardığı gürültü şimdilik kimsenin dikkatini çekmiyor. İnsanlık, bu teknolojik çağda, şimdiye dek olmadığı kadar haddi aşmış, hududu tecavüz etmiştir. İnsan, kendi icadı olan modern teknolojinin imkânlarını kullanarak hem kendini, hem de geçmişini tüketiyor ve geleceğini karartıyor. Hâlbuki insan, ahsen-i takvim üzere yaratılmış, maddi ve manevi yapı unsurlarıyla var olan, dengeli bir varlıktır. Hakk'ın mazharıdır. İnsan-ı kâmil olmaya namzettir. İç ve dış müdahaleler olmasa, sırf bu yapısal denge ve itidal, onu fıtri çizgide tutmaya yeter. Şahsiyetimiz ve aidiyetimiz bu fıtrat üzere inşa edilmiştir. Dış müdahalelerle koparılmak istense de, insan bu fıtri çizgiden kopamaz. Fıtratı inkâr etmek, yok saymak, onu, fıtratı yok edemez. Çünkü bu fıtrat, bizim kodlarımıza işlenmiştir. Bize yön veren, istikametimizi tayin eden bu fıtrat, çağın ayrıştırıcı, kışkırtıcı, denge bozucu ve alternatif yeni insan üretme girişimlerine karşı, insanın ilahi mayasını korumaktadır. Bütün insani ve ahlaki değer yargılarından tecrid edilmiş, hasta ruhlu bir toplum inşa etme teşebbüsü, elbette fıtratın kanunlarıyla çatışacağı için ters tepecekti. Nitekim bunun emareleri müşahede edilmekte, yani kutsal emanetin sahibi olan insanın, insanlığın kendi tabii yatağında akmaya başladığı görülmektedir. Bu akışı kimse durduramayacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Mustafa Ateş Arşivi