Gençliğin Yaşlılığı
Ünlü edebiyatçı Victor Hugo’nun “40 yaş, gençliğin yaşlılığı; 50 yaş, yaşlılığın gençliğidir” şeklinde çok yerinde bir tespiti vardır.
Dünya Sağlık Örgütü, bu konuda son yıllarda yayınladığı ve büyük ses bulan skalasında, gençliği 65 yaşa kadar çekmiştir gerçi.
Fakat ben Hugo’ya katılıyorum. Eski kafalılık değil, gerçekçilik denilir buna da sanırım. Gerçekler acıdır! Ve ne yapalım, gençlik de tatlı…
Nitekim kulak misafiri olup ardından bu davete istemsizce -gerçekten istemsizce- iştirak eden bakışlarımın ilkin isabet ettiği kadın da, ‘gençliğin yaşlılığı’nın sonlarındaydı sanırım. 40’larının sonlarında olsa gerekti.
Mekanımız, yaptığım tempolu ve uzun yürüyüşün ardından biraz soluklanıp dinlenmek için oturduğum çardak altı ve haliyle buna komşu sayılabilecek yakınlıktaki diğer çardak altı. Hep de böyle oluyor değil mi? Ama benim suçum değil bu sefer.
Çok yüksek sesle konuşup gülüştükleri için dikkatim çekilmişti sadece. Edilgendim yani. Yalnızca bir kurban. Dikizcilikten sayılmazdı. “İlk bakışın günahı olmaz” denirdi hem. Ve gözünüzü bir süre daha oradan ayırmadığınız takdirde, bu ilk bakış hiçbir zaman ikinci bakışa dönüşmeyecek ve suçtan sayılmayacaktı o halde. (İrade konusunu boş verin, bu yazıda bizim işimiz daha çok sayılarla zaten)
Öyle işte. Buraya kadar da anlamış olabileceğiniz üzere, o kadından bahsedecektim size. Gıyabında. Bu durumda da ‘gıybet’ deniliyordu buna galiba. Ama bundan da bir kaçış rampası var, merak etmeyin. Birine, tanımadığı birisinden bahsetmek dedikodu sayılmazmış. Eh siz de onu tanımıyorsunuz zaten. O halde sorun olmaz. Neyse. Sözü fazla uzattığımın farkındayım. Bugün gevezeliğim üzerimde. Neriman Hanım’a dönelim artık.
İsmi buymuş. Duymak hiç zor olmadı. Gençliğin yaşlılığı için iyinin kötüsü; yaşlılığın gençliği için de kötünün iyisi dersek, Neriman Hanım, dedim ya, bu ikisinin arasında ama büyük ihtimalle iyinin kötüsündeydi henüz. 50 yoktu herhalde. “Amaan daha genciz canım!” diyerek insanların birbirlerine teselli verdikleri yaşta değil, al’ını kaybetmek üzere olan solgun bir kırmızıydı şu anda yalnızca. (Teselli işi, o al kaybından sonra gelir elbette)
Kahkaha atan neşeli, şen insanlar vardır ya, tam da onlardandı ki zaten kulaklarımı misafir eden ilk ses de buydu. Bir de oturma gruplarından gelen yüksek seslerin çoğu taşkınlık ya da coşkunluk gibi içten gelen, candan ve samimi anların eseriydi, belliydi, fakat arada sırada, söze karışan yalan ve uydurmalardan dolayı da yükseldiği oluyordu seslerin.
Gerçek olmayan bir söz, yani yalan söylerken sesini yükseltir insan çünkü.
Sanki böylece o söz gerçek gibi görünecek ve böylece inandırıcı olacaktır. İstemsizce yapılan böyle refleksleri, davranışların ardındaki sebepleri çözüp anlama konusunda mükemmel olmasam da birçok kişiden daha iyi olduğumu söyleyebilirim bu konuda.
Anlarım yani.
Bir sesin yalnızca coşkunluktan mı ya da o an yalan söyleniyor olduğu için mi yükseltildiğini kestirebilirim. “çok söz yalansız olmazmış” diyerek neredeyse hoşgörüye varabilecek kadar normalleştirdim bu durumu gözümde ben de o an. E Neriman da halinden memnun görünüyordu hem. Bana neydi canım!
Biraz sonra da güzeller güzeli, albenili, üzerine kıpkırmızı bir bluz giymiş olan gencecik bir kız gelip, herkesle yaptığı samimi selamlaşmadan sonra yanlarına oturdu. 20’lerinin başındaydı. Aurası bunu haykırıyordu.
Küçük bir hesaplama yaptım o an. Şimdi 40’lar gençliğin yaşlılığı ise 30’lar da gençliğin orta yaşları ve 20’ler gençliğin gençliğiydi. İyinin iyisi. Hugo’nun hesabı akıllıcaydı. İyinin iyisi kızımız da -ismini hiç duyamadım- “anne” diye sesleniyordu Neriman’a. Bak sen! E olabilirdi tabi, neden olmasın ki? 40’ların hudutlarını aşmak üzere olan bir kadın, gençliğin bu tatlı suya sahip olan gölünü tamamen terk edip tuzlu bir denize açılmadan önce, çocuğunun tatlı suya adım atıp orada tamamen ıslandığından emin olmak istemişti önce.
Tabi bundan 20-30 yıl önce, yani bu kızı doğurmadan önce, böyle bir hesap yaptığını hiç sanmıyorum ama annesiyle arası 20 ila 30 sene olan kişi sayısı da epey çoktur zaten. Ah anneler ah! Tuzlu denize açılmadan önce yavrularını tatlı gölle buluşturan anaç su kaplumbağaları…
Yalnız, işe bakın.
Daha hiçbir şeyden bahsedemeden bana ayrılan kısmın sonuna geldim yine. Neriman’ı anlatmaya hiç fırsatım olmadı. Şansına küssün ne yapayım.
Belki daha sonra… Fakat yalnızca Hugo’nun, yaş konusundaki o tespitinin bile aklınıza yer etmesini sağlayabildiysem şimdilik bu yeter bana. Kırmızının al’ı da hiç eksik olmasın hayatınızdan.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.