Dil
Galiba hayata bir hazırlık dili lâzımdı. “Öncelikli dil meselesi” kafasına takılmıştı.
Mevcudatın bir dili vardı. Sayılar, eşyalar, rüyalar, insanlar ve hayvanlar, hep dilliydi.
Hüsnü sonra dilleri birleştirmeye başladı. Meselâ kuşlar bazen Hüsnü’nün, bazen Süleyman’ın dilinden konuşurdu. Balıklar “Yunus’ça”; Yunus da “İkinci bir ben’ce”.
Tıpkı Hallaç’ın dilinin de “Hak’ça” olduğu üzere.
Bütün bebekler “Hu’cayı severdi. Hüsnü’nün Dilara’dan doğan bebeği gibi.
Hüsnü’nün dili, “hal” diliydi. Hâlbuki genellikle “Kal dili” sevilirdi.
Kâinatın dili; şiddet, tuğyan, isyan yüzsüzleşip, savaşlar çıktığında kırmızıya boyanırdı. Saadet asırlarında “gül” kokardı.
Kimi zaman “Karanlığın dili” sıkça gevezelenirdi. “Işığın dili” kısıldıkça kısılırdı. “Erdemin dili” koparılırdı. Adaletin kıstırılırdı.
“Antika” bilinene; biber, kekik yağı sürülürdü. “Çağdaş dillerse” delinip, hafifletilir; boncuk takılıp, süslenirdi.
“Eski dünyanın dili”, “kaba, demode, geri” bulunup; yeni, yepyeni, asrî diller üretilirdi.
Sadeleştirilirdi, arındırılırdı. Şerefle gönenmiş, ikbal zamanlarına şahitlikten kurtarılırdı.
Suni, “ortak diller” piyasaya sürülürdü. Despot bir “medeniyet dili” ürüdükçe ürürdü.
Varolmanın dili farklıydı. Firavunlar, yokluk denizinde mahvolduklarında ancak varlığını duyuracaktı.
Bilgeler, “hikmetin dilini” zincirleme oluşturacak, “Gönül dilini” kuracak, aktaracaktı. En gizli, en aşikâr; en girift ve en kolay, en zorlu ölümsüz dili konuşturacaktı.
“Aşkın dili”, dillendikçe dillenecekti. “Güzelliğin dili” “Yusuf’ça” filizlenecekti.
Ve başı sonu.. ucu bucağı.. yerlerde göklerde, iki dünya seherlerinde.. ubudiyet ve kutsiyetlerde Kutlu Muhammed’ce(S.A.V.) dillenecekti.
…
Hüsnü’nün dili zordu.
“Bu iş burda biter. Aynı dili konuşmuyoruz” dedi Dilara.
Hüsnü’nün dili tutuldu kaldı. Dilsizdi yandı.
“Senin dilini anlamıyorum” dedi Dilara.
Hüsnü bildiği bütün dilleri konuşmak isterdi oysa.
Yüzüğünü çıkarıp, Hüsnü’nün yüzüne fırlattı. İdam halkası gibi, Hüsnü’nün boğazından geçti. Dilini kıskıvrak bağladı. İlerlemesini sürdürdü. Kalbini kuşatmak istedi, beceremedi. Çünkü kalbinin tam orta yerinde bir başka halka parlıyordu.
Hüsnü’nün görünmez, Kudretli bir Sevgilisi mi mevcuttu.
Hüsnü sustu.
Dilara öfkelendi. Göğsünden, harice çıkan bir dil önce köpekleşti; sonra saldırganlaştı, acılaştı ve taştı. Üzeri, dikenlerle doluydu. Ki aralarında dilbilimci yılanlar serazat dolaşırdı. Böcekler fink atardı, masivalık sıçanlar cirit. Üstüne üstlük, karnaval gecelerinden fırlayıp gelmiş, sevindirik havaî bir İfrit.
…
Dilara’nın da bir dili vardı. Değişken, kuşkulu, ezgin.
Kabarmış, endazesiz duygulara dayanan; zorba, belki yasasız, şirazesiz bir akıla tutunan.. kaygan zeminlerde kaydırak oynayan.
Gitgellerde, gelgitlerde... Gidilip de gelinemeyen, gelinip de bulunamayan yerlerde.
Tutucu, boğucu, kovucu, koğucu...
Asılmış bir adamın dili gibi, dil dışarı çıkmak isterdi. Ağzında sözcükleri geveler, yutuverirdi.
Dilara’nın dili şişerdi.
Şimdi DİL/ARA dilsizdi. Kendi dilini arıyordu.
Hüsnü’nün diliyse...
Sonsuz’caa.... konuşuyordu.
…
Kişiliksiz bina yığınlarının önünden geçti Dilara. Noktalaşmış, sıradanlaşmış insan kümelerinin içinden.
Her şey, Hüsnü’nün söylemek istediğini dillendirir gibiydi. Güzel de, çirkin de sanki aynı gizli mesajla dilleşiyordu.
Dilara’nın kalbindeki; dilbaz bir ejderhanın dili, aniden ağırlaştı, kekemeleşip dolaştı.
Aynadaki yansımasına baktı kadın, giydiği elbiseye. Görüntüsüne, beden diline bakmak isterken... Kocaman bir dil karşısına dikildi. Hüsnü’nün dili.
Ezgili yağmurlar yağdı, tehditkâr şimşekler çaktı. Çapkın ve haşin sonra savruk rüzgârlar esti; kış bedenleri hırpaladı, ortalığı tırmalayıp, tırpanladı; bahar rengârenk çiçek kokularını serpti; ıtırlanmış, bin bir kıyafet giydirilmiş delişmen hayalleri serbest bıraktı.
Hep aynı dil, kendini gösterdi; Kâinatın hücrelerinden sızdı.
Dil bazen saklanır; üst ve alt dudakla kapanır, örtülürdü. O zaman “öpücük” olarak dile gelirdi.
Ümidini, “yaşama dilini” kaybettiğinde; Hüsnü dilini çıkarır. Onu güldürür, coşturur, taştırırdı.
Bir gün, yolunu şaşırdı. Hüsnü ona dil hareketleriyle, yolu gösterdi.
Zahmetli yollara girildiğinde, taş toprak “Sabrın dilini” konuşurdu. Hattizatında yollar da, dildi.
Hüsnü’yle dilden dile haberleşirlerdi. Hüsnü’nün dili, yorulmaz uslanmaz, diğer varlıklarla iletişimi arardı. Üslubunda aşk kokan bir “hayat dili” vardı.
Sessizliğin diliyle de anlaşırlardı.
Dili unuttuğu zaman; kendini hatırlatmak için ıslık çalardı, tıslar gibi yapardı.
Bir muhabbet kuşunun rengiyle seslenirdi veya bülbülce deyişlerin ahengiyle. Musiki dilinin ritmiyle; sanatın enginliğiyle...
Şehirli, kırsal bir dilin kibarlığı ya da içtenliğiyle de. Neşeli, işveli, hummalı. Edalı ve nazlı.
Şivelere, lehçelere dönüşürdü. Dünya üzerinde dil ağaçları sürerdi. Bazen yangınlarda, alevlerin dili; aşkı hecelerdi.
Dil, muhabbetin ateşîn madeninde erirdi.
...
“Yokluk diliyle de” anlaşılabilirdi. Mezar taşlarının apayrı bir dili bulunuyordu.
Kabristan, bir başka zaman ve mekânın lisanıyla fısıldardı. Suskunluğu heybetli bir haykırışa doğru evrilir; sükûtu bin bir dile çevrilirdi.
Dilara mezara çiçek koydu. Hüsnü yattığı yerden doğruldu. Dilara’yı ve çiçeği kokladı.
Birden esrarengiz, akışkan bir dil, Dilara’nın kalbine dolandı.
O zaman Dilara ağladı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.