Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Aydaş

Aydaş

İnsan şehre uzakmış, mahrumiyet varmış, dinlemek için gelirsin, bir yığın iş çıkar falan görmüyor. Eş dostla birlikte olunca, zahmetler yorgunluklar uçuyor. Ne bitip tükenmez tamirat eklemeler yüzünden, işçinin ustanın kahrını çek, bahçıvan ara; ne bir ıssızlıkta, adam yokluğunda sıkıl dur, gün say; ne şehirdeyken meraklan, gözün arkada münzevi kır evinde olsun bazen hepsi unutuluyor.

Özene bezene ekilmiş çimenlerin üzerine masalar atılıveriyor, çocuklar çıplak ayakla yeşillikler üzerinde koşturuyor; büyükler azıcık çocuklaşıyor, şakalar lavanta kokulu saatler birbirini kovalıyor; insanlar belki daha hoşgörülü, tahammüllü ve geniş yürekle birbirini dinler anlar görünüyor.

Daldan dala atlansa da- ki az evvel kooperatif sakinleriyle olan dostâne ilişki konuşulmuştu- bazı konular sürüklüyor.

 Samime ılık havayı, ciğerlerinin dibine kadar çekerek: “İyi ki davet ettin; böyle sere serpe açıklıkta oturmayı da, seni de özlemişim!” dedi.

İlerlemiş yaşına rağmen bakımlı zarif bir kadın olan Müjgan, o sırada lakayt nazarlarla çevreyi süzüyordu.

 Kahvaltının üzerine çok geçmemişti, ama masanın çevresindeki altı kişinin kiminin eli meyve tabağına uzanıyor, kimi fındık fıstığı ağzına götürüyordu. Güneşten kaçmışlar, evin arka tarafına masayı çekmişlerdi.

Ahmet, “Ağzımız da boş durmasa olmaz!” diye lâf attı, avurtları dolu.  Özel bir vurguyla: “Nefis kekin tadına da bakmayı unutmayın!”

 Tarık Dayı, çaktırmadan onu inceliyordu: “Derslerden ne haber delikanlı?”

Ahmet yutkundu. “Elbet bir gün bitireceğiz.”

Kısa ve anlamlı bir sessizlik oldu.

“Anlat bakalım bizim kız” dedi Tarık.

“Sen belki bilmezsin Müjgan. Tarık’ın bebekken öleceğinden çok korkmuştuk.” diye tekrar söze başladı Samime.

“Zarzayıf, mızmız, sürekli ağlayan bir çocuktu. Hasta.. gözünün içine bakıyoruz iyileşmiyor; gün sayıyoruz neredeyse. Yapmadığı ilâç kalmadı annemin. Böyle iskelet gibiydi. Hiç yürümüyor. Bitkileri kullandık, doktora gittik. Bir türlü geçmedi, eteklerimiz tutuştu.

Köye Yörük karısının biri geldi, akıl verdi. Çocuk ‘aydaş’ olabilir. Ee napıcaz peki? Bir köpek yavrusu bulun.”

“Yok, canım, sahi mi?” dedi Müjgan. Görümcesinin söyledikleri hoşuna gitmişti; ablalarını görünce konuşması kırsala çalan “Beyefendinin”, es geçtiği ayrıntılardan olmalıydı.

“Kadın tarif etti, biz uyguladık. Önce bir sele bulduk. Altına köpek yavrusunu koyuyoruz. Ben ibrikle suyunu götürüyorum. Kadında Tarık’ı selenin üstüne oturtuyor, suyu döküyoruz. Yıkayıp getiriyoruz. İki hafta yapınca Cuma günü gözünü açtı, yemeğe başladı. Nasıl sevindik anlatamam. Devam ettik. Köpek eniğinin üstünde, öyle bahara kadar yıkandı çocuk. Bahar oldu büyüdü bu artık.  Köpek de kocaman oldu, gitmiyor.”

Müjgan kahkaha atmak isteğini engelleyerek, yapmacık bir “Yaa!” çekti.

“Köpeğe yaramış desene.”

Masanın altında, ayaklarına sürtünen bir sokak kedisiyle ilgilenen Ahmet kih kih güldü. Annesinden de bu hikâyeyi dinlemişti. Eski insanlar biraz saf oluyordu. Başka söze gerek yoktu.

Fehime, ablası Samime’yi destekleyerek: “Şimdiki zaman, şartlar gibi düşünmeyin.” dedi. Neler çekmişlerdi, yokluk ümitsizlik bilinmiyordu. Tenkit etmesi, küçük görmesi kolay geliyordu. Hâlbuki uçan kuştan medet umdukları nice günler geçmişti.

Samime devam etti:

 “Köpekle aydaşmış meğer. Köpek kunladığında bu da doğarsa onunla aynı zamanda aydaş oluyormuş.”

“Bunlar safsata abla ya!”

“Ben de aydaşmışım.” diye atıldı, misafirlere kek getiren, “Villa C’den” Ebru. Müjgan sordu:

“Sen kimle aydaşsın yavrum?”

“Hayvanlar âleminden herhangi biri olabilir.” Müjgan güldü:“Serseri!”

Kızı severdi. Kocasının akrabalarından çok, yeni tanıştığı “Ebrugilleri” yakın buluyordu. Ama yakında gittiği İspanya izlenimlerini bile, anlatmaya fırsat bulamamıştı.

Samime anlattıklarının etkisinde:

“Hayvandaki duyguya bakın.” dedi. “Köpek Yörüklerle yaylaya gitti. Güzün Yörükler göç ederken kaçmış. Geldi bizim kapının önüne yattı. Unutmamış.”

“Tabii kolay mı bir kış yıkandı.”

“Beslemişiniz unutmaz.”

Aslında hepsi de değişmişti; o arı duru, özge kültürü taşımıyordu; çağ tümünü biçmişti… Şehir kelamlarıyla kafası yeterince yorulmuştu; hiçbir şeyi sorgulamak, lâf yetiştirmek derdinde değildi Tarık.

Sadece, maziden gelen sesleri, ablalarının şakırdamalarını duymayı arzu ediyordu. Hele Samime’nin neşesine diyecek yoktu.

Düşünüyordu. Halk inanışları külliyen reddedilemezdi. En azından masum gözüküyordu.

Hem görünüşlerine aldanmayın, kadınların arasına girmeye gelmezdi; adamın saçı sakalını eline tutuşturuverirdi alimallah.

“Ben hatırlıyorum.” diye söze karıştı. “Babamlara gelenler beni görünce hayret eder. Daha ölmedi mi, diye sorarlardı.”

Müjgan dudak büktü: “İnsaf yani, olacak şey mi?”

Söz sözü çağırıyordu. Fehime, “Kayınvalidem de benzer şeyler anlatmıştı.” diye ilâvede bulundu:

“Kayınvalidemin çocukları hep ölmüş. Hasbi de ‘gidecek’ diye bekliyorlarmış. Huysuz ve zayıfmış; “Aydaş bu” demiş, telâşa düşmüşler. Ona da yol gösterenler olmuş: “Kabristan’a götürün! Bağırırsa yaşayacak, susarsa ölecek, bakalım kader ne diyecek?”

Bir mezarlığın üstüne yatırmışlar. Çocuk avazı çıktığı kadar bağırmış. Verilen reçeteye göre; öküzlerin yem yediği yalağa yatırmışlar, benim sıska gene feryat figan… Garantili olsun diye, bir de hatırlayamadığım bir ağacın dallarını kazanda kaynatmış, dört yol ağzına koymuşlar. Gelen geçene suyunu içiriyorlar; ayrıca bebeği okşatıyorlarmış. Sabî bu kadar işten sonra bar bar bağırıyormuş. Sonra da pilav pişirip yedirmişler.”

“Suyu anladıkta, okşama meselesi niye?”

“Bilmem. Her şeyi de sormayın, unutmuşum.”

Fehime devam etti:“Kasabanın Jandarma Komutanı geçiyormuş yoldan; göbekli, kerli ferli bir adammış. Derhal durdurmuşlar. “İlle de şerbet içeceksin, hem de çocuğu  seveceksin.”

Şaşmış, meraklanmış “sebep ne?” diye.

“Senin gibi şişman tombalacık olsun, sana benzesin ağam!” demişler.

“İyi ki sıfır beden biri geçmemiş” diye mırıldandı Ahmet.

“Sonuç?” dedi sabırsızlıkla Müjgan.

“Hiç biri kâr etmemişte, ancak beş yaşından sonra Hasbi kilo almış serpilmiş. Tuluk gibi olmuş gitmiş.”

Müjgan bir kahkaha attı: “Eniştem şimdi pek sessiz. Galiba sen susturmuşsun abla!”

Fehime cevap vermedi. Dilini ısırdı. “Kardeş hatırı” diye bir şey vardı.

Elinde boş kek tabağı, müsaade isteyen Ebru’yu süzen “evin genç numarası”; “Güzel ama gıcık” diye düşündü. Üstelik fazla kıvırtıyordu. Dudaklarından bir ıslık döküldü.

Tarık gazeteye gömülmüştü, duymazdan geldi.

Kız daha bahçe kapısından çıkmamıştı bile. Samime kızdı:

“Hişşş! Kendine sanacak. Hiç akıllanmayacak bu çocuk.”

“Onu bunu bırak! Bana bir öpücük versene nine!”

“Bana bak! Giderken arabana binmem, otostop yaparım görürsün ha.”

Ahmet aldırış etmedi: “Köyden Necmi Amca’ya apandisit ameliyatı olmadan önce, ağrısını dindirmek için eşek idrarı içirdiğinizi de anlattın mı anneanne! Sene:1944 filan. Görün bakın, Memleketim insanı içerde de ne savaşlar vermiş.”

“Ne nee!” Müjgan’ın gözleri değirmentaşı kadar açılmıştı.

Bu defa Fehime, “Sen biraz dolaşmaya çıksana!” dedi, yüzü kızarmış.

“Kel ve uğultulu tepelere mi? Dönüşte de birkaç çam devirip, Ebru’ya misafirliğe gideyim mi?”

“Zevzek sende!”

“Ne üzülüp sıkılıyorsunuz, memlekete koskoca nur topu gibi bir profesör kazandırmışsınız kızlar.” dedi Ahmet.

“Keşke beni de sele sepet üstünde filan yıkasaydınız da, hiç değilse çömez olsaydık.” Ciddi ciddi mırıldanırken, eliyle hayalî bir sazı tıngırdatıyordu:

“Samime Canane! Halime kılığıma bakılırsa ben de ağustos böceğiyle aydaş olabilir miyim?”

Samime karşılık olarak, elini bıçak gibi boğazında gezdirdi.

“Oooo! Yapma Kâbile Anne!”

“Ne güzel bir gün. Canım kahve istedi” dedi Tarık, keyifli…

Müjgan söylenerek yerinden kalktı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi