Annesizlik
Kırılmış ama hemen de barışmak isteyen insanların yaptığı gibi, gönlümü almamı bekliyordu. Kırmıştım onu. Bunun için küçük bir adımım yeterli olacaktı. Biliyordum. Ne var ki, koştum. Acıyan vicdan, dizlere fazladan bir derman katılıyordu demek ki. Koşup boynuna sarıldım ve barıştık. Kırıkların yapışması, halinden hoşnut bir ifadeyi gelip bıraktı yüzüne. Bunu, az sonra birlikte yapacağımız kahvaltıyla taçlandırıp kutlayacaktık.
Her sabahki kahvaltı soframızda bulunan domatesler, daha da bir allanmıştı böylece o sabah. Barışa ve huzura susamış olan ruhumdaki çatlakların arasına birkaç fincan da çay dökülünce biraz kendime gelmiştim o sabah.
**
Zira önceki gün, hüznün katmanları arasında sıkışmış ve bu dip derinlerde nefessiz kalmıştım. Bazı günler iyi olmaz ya hani… İşte öyle bir gündü o da. Anlatsam mı? Anlatayım mı? Gerek var mı? Sesime karşı bir duvar kadar sağırlaşmış ve ne taraftan bakılırsa bakılsın yüzüme sırtını dönmüş bir annenin ne demek olduğunu anlatmaya çalışsam, analıkla ilgili tüm bilindik ve kutsal sözler vücuda gelip karşıma dikilir şimdi. Çoktan kabul görmüş öğretiler beni yere çalar. Ne dersem diyeyim yenilir ve üstüne kınanırım da. Biliyorum. Bir anne hakkında olumsuz konuşmak, hiçbir evladın harcı değildir bu yüzden. Olamaz. Yaşatmazlar. Bana kalsın bu kısmı. Anlatmayayım. Yok, yenilgiden korktuğumdan değil. Kınanmaktan, yere çalınmaktan falan… Korkmuyorum. Fakat iç sıkan şeylerin çok az bir kısmı dile gelmek ister. Çoğu değil. Annesi yaşarken öksüz kalanların acıları, hiç değil hele. (“Derin acılar dilsizdir” Seneca)
**
O değil de, baharı bekleyen kumruları benim kadar iyi anlayan var mıdır bilmem. Özellikle de bu sene. Bu kış çok üşüdüm de. Yalnızca soğuktan dolayı değil. Uzak ve yüksek bir duvarı izlerken bakışlarım dondu galiba. Şubat ayında düşmeye başlıyordu cemreler, öyle değil mi? Önce havaya, ardından suya ve son olarak da toprağa… Bunu, en başta sözünü ettiğim kişi söylemişti bana. Aynur Abla. O sabah kırdığım ve sonra da gönlünü aldığım kişi vardı ya hani. O. Gerçi onu anlatmayacağım şimdi size. Kimliği, dilimin altındaki bakla değildir bu özel kişinin.
**
Dile gelmeyen acılar, demiştim. Onu diyeyim. Acı tadı duyumsatan bölge, arkada da olsa dilin üzerinde değil miydi? Neden dile gelmiyor o zaman acı? Hem, acıyı, yutkunmakla ne kadar da yakın ve ilgili yapıyor bu konum, öyle değil mi? Yutağa olan bu yakınlık, ironik değil mi? Bir şeyi ‘hazmedemeyeceği’ için yutkunamaz ya insan hani. Evrim, bu kadar mı alaycıdır diye sormak isterdim Darwin’e. Eğer öyle bir şansım olsaydı mutlaka sorardım bunu.
Şansım olsaydı… Annem, anne olur muydu o zaman? O üşüten duvar yıkılır da onun hemen ardındaki kırlara koşup bahar çiçeklerini toplayabilir miydim o zaman? Hani o saçlara taç yapılan çiçekler. Öyle ya, anneler başımızın tacıdır… Biz yine de öyle deyip denize atalım şimdi. Balık bilmezse Halik bilir.
**
Cemreler de yakında düşecekmiş hem zaten. Öyle diyor Aynur Abla hep. Üşüyen bakışları, bahar çiçekleri ısıtır belki. Dokunmadan, koparmadan izlerim onları. Taç yapmak falan yok artık. Çünkü şimdi biliyorum ki, papatyalar bile dikenleniyor ve dikenleşiyor, onları başıma taç yaptığım zaman. Bu arada… Aynur Abla, ben en çok cemrelerin sonuncusunu severim biliyor musun? Toprağa düşenini. Bahar çiçeklerinin evine, yatağına düşenini. Dikensiz papatyalar büyür çünkü toprakta. Benim baş tacı yaptığım papatyalar, farklı kimyadaki bir toprakta büyümüş olmalı. İçinden soğuk duvarların alabildiğine yükseldiği duvarların çıktığı bir toprakta.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.