Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Uykulu bir yazı

Uykulu bir yazı

Bugün köşemde  genç bir yeteneği misafir ediyorum. Aslı Duruk Birpınar. Yazıyı öyle sanıyorum ki seveceksiniz:

….

UYKU

 

“Ruh, geçici meskeni bedenden, yine geçici bir süreliğine ayrıldığında… Uykuda yani, uykuda! O, 25. saatte ve kayıp gezegende… Bildiniz mi, bir zaman ve uzam kesişiminin, yani bir muammanın en belirli noktasında işte, diyorum. O noktada, sabahın duyulan saat alarmının ensede biten bekçi düdüğü sesinden daha sevimsiz, tüyler ürpertici, bet bir ses daha duymadım, ben! Hayatın ritmi, uykunun ritminden nasıl daha cazip olabilir ki, işmiş gibi çalar o alarm hep, bu yersizliğe ve densizliğe layık bir söz, henüz hiçbir lisanda ve lügatte mevcut değil, bence. Çalmayıp ve uyandırmayıp işe, okula ya da herhangi bir yaşama sebebine geç bıraktırsa da sövülür onlara gerçi ama… Çalsa da çalmasa da sövülen alarmların ahları, hiçbir zaman tutmaz. Müstehaklardır çünkü sövgüye ve yergiye, sebebi her ne olursa olsun. Öylelerdir de, laf aramızda, sadece ama sadece çaldıklarında sövülürler onlara, tarafımca. Hayatın ritmi, kulağa ne hoş melodiler sunsa da, uykunun ninnimsi terennümlerinden daha büyülü ve sarhoş edici olamaz onlar, benim için. Anlatabildim mi bilmiyorum ama, uykuyu seviyorum demiyorum. Uykuya aşığım, kapkara bir sevdanın en çözümsüz haliyle bağlı ve tutkunum ona, diyorum. Çalmayıp hayata geç bıraktıran alarmlar, tarafımdan azar işitmemişlerdir hiç, bugüne kadar, dedim ya. Ancak, hoş görülesi ufak bir yaramazlıktır, o edilen. Az mı, karşılığında uykuyu vermişler ya işte bana!

Ellerimden tutup beni kendi bedenimin içinden kaçırıp çok uzaklara, ötelere götüren uyku isimli beyaz atlı prens, vefalı olduğu kadar, peçesini indirip yüzünü bir kez göstermeme konusunda da kararlıdır, bana. Bu yüzden mi yanıyorum aşkımdan yıllardır, bilmem. Her gece gelen, hatta bazen sürpriz yapıp gündüzleri bile gelebilen prensimin vefası, bir beşerde bulunabilseydi eğer, modern zamanın ‘Aslı ile Kerem’i, asıl destanına kaya kadar bir taş çıkartırdı o zaman, eminim ki. O kadar vefalı değil, hiç bir beşer… Dertlerimi unutturan, sevincimi katlayan, her seferinde bambaşka yerlere beni gezmelere götüren prensimin kanatlı beyaz atı varken, şu zavallı dünyanın uçak biletlerini neyleyim? Tatile değil, uykuya giderim ben bu yüzden. Yurtdışına değil, boyut dışına hem de. Nasıl aşığı olmayayım ben şimdi o prensin? Bakanın beni orada yatar sandığı, gerçekteyse o sırada onunla birlikte olduğum gizli değil ama sırlı görüşmelerimiz… Ah, ah!

Adaletini ve komünistçe eşitlik saplantısını anlatabilecek bir kelime de bilmiyorum onun ama şöyle diyeyim: zengini de fakiri de, mutluyu da mutsuzu da eşitler, hepsini alıp getirip aynı yere koyar, benim prensim. Elinden tutup bedenin içinden çekip aldığı ruhun, ne bir akçesi, ne de bir hükmü geçebilir, artık. Artık, çok geçtir, eğer o gelmişse. Uyku geldiyse, iş ve söz sadece onundur. Artık, tatlı rüyalar ya da kabuslar diyarına mı götürür, yatakta fırlatılıp atılan çığlıktan bir okla sizi alnınızın tam ortasından vurup, gerçek dünyanın zalim kollarına aniden teslim edip dehşete mi düşürür, onun bileceği iştir bütün bunlar. Onun bileceği işlere ise, ne para ne de dünyevi başka bir unsur işler, diyorum size. Mekanınız yatakken, makamınızın bir önemi kalmamış, cepsiz, ihramlı bir bedenden başka bir şey değilsinizdir, onun için. Umulur ki, beni sevdiği kadar sizi de sevmiş olsun. İşiniz iş değildir yoksa.

Beni gerçekten sever yalnız. Bana yaptığı sürpriz ziyaretlerden, ağlayarak onu bekleyişlerimde bile sabahları gözyaşlarımı kurutmuş bir şekilde beni uyandırdığından belli. Uyandırmak derken, ‘hoşça kal’ diyerek, yanağımı okşayarak ve yaşlarımı silerek beni bedenimin içine, bu dünyaya, bir sonraki kavuşmamıza kadar geri yollayışı, yani. Ruhsuz ve vicdansız bir alarm sesiyle uyandığımdaysa, o şevkatli son dokunuştan mahrum kalmış yüzüm, yine gecenin hala kurumamış, ıslak yaşlarıyla uyanıyor, o şekilde uyuduğum gecelerde. Zalim bir alarm, ne kadar müşfik olabilir ki zaten? Hayatın ritmini kim takar, zil taktıran uyku ritminin yanında? İşe, okula, hayata falan da geç kalınmıyor, kalınsa da bir şey olmuyor, her şey bir yerlerde eşitleniyor, falan gibi bir şeyler oluyor işte her nasılsa, zaten. Oysa uykunun yoksunluğunda çıkan hastalık ve kaza davetiyeleri, neredeyse hiçbir zaman icabetsiz kalmıyor. Olmaya devlet cihanda, bir nefes uyku gibi! Bir de peçesini bir kaldırıp da yüzünü bir gösterseydi bana… Uyanır mıydım o anda, gözyaşlarıyla ıslanmış bir yastığın üzerinde, ansızın? Bir daha hiçbir zaman uyuyamaz ve onun ruh ikizi ölüme kadar beklemek zorunda mı kalırdım onun o güzel yüzünü tekrar görebilmek için, ya da? Uyku, peçesini, sonsuz olduğunda mı kaldırır ya da acaba? Bilmem. Öyleyse bile, o yüzü görüp de dönüp anlatabilen yok ki bize hiç, o kim bilir ne kadar güzel ağzı ve burnu... Pek merak ediyorum da, sevdiceğimin yüzünü…

İnanır mısınız, tam bunları yazarken de, beni yine o çağırmakta. Bu davete nazlandığım sürece, o, davetinin şiddetini ve cazibesini daha da arttırmakta, hem. Öyle yapar, hep. Bile bile erteleyip, geçici engeller koyuyorum ben de onun önüne şimdi. Kahve gibi, mesela. Bir yere kadar işe yarayan engeller... Devam etmek istiyorum çünkü onu överek bunları yazmaya, hiç mi hiç buna ihtiyacı olmasa da. Bakmayın, naz denir benim yaptığıma. Nasılsa eminim ya, onun yine gelip beni benden alacağına. Tabi, sabaha kadarlık bir süre için. Beni yerime geri koymasa bir gün de, götürüp ailesinden biriyle, bir büyüğüyle, hem de o ruh ikizini ölümle mesela tanıştırsa, cenaze değil de düğün töreni mi denmeliydi o zaman buna? Bakmayın, öyle âşık, öyle vurgunum ona.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi