Sobalar yanıyor
Cengiz Aytmatov hakkında; Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı merhum Prof. Dr. Turan Yazgan; “Yazdığı edebî şaheserlerle, öz Türk kültürünü bütün dünyaya nakletme kabiliyetini göstermiş” diyordu. “Dünya edebiyatında rejimleri eleştiren pek çok yazar vardır. Ama Cengiz Aytmatov, Sovyet rejimini sallamış, sarsmıştır.”
Cengiz Aytmatov’un “Cengiz Han’a Küsen Bulut” kitabına da bu bağlamda bakabiliriz. Roman, Gün Olur Asra Bedel’in bir bölümüyken, KGB’yi ağır bir dille suçladığı için, kitapta yer almasına izin verilmemiş ve yazar tarafından çıkartılmıştır.
Öğretmen Kuttubayev’in hazin hikâyesini ve şahsiyetli direnişini öğrendiğimiz, günümüze de ışık tutan, bütün çağlardan seslenen eser, zulmeden bir devletin, bazı kurumlarının işleyişini, diktatörlerin, dalkavukların, önde gelen piyonların halet-i ruhiyesini anlatmakta da mahirdir. Basın-yayın hepsi bu mezalim ve şiddete ortaktır.
Romanın önemli kişilerinden Tansıkbayev” Sayıları çok bile olsa yine de sınırlı olan) Kudret-Tanrısı’nın yüksek dereceli büyük desteklerinden biri” olduğunu düşünür. ( sf. 24)
Diktatörün gücü, kendinin de gücüdür. Bu işbirliği ve çevresel ittifakla birbirlerini besler, büyütür ve baskıyı sürdürürler.
Mesela terfi etmiş gencecik bir Kazak görevlisi, adanmışlığını, boyna ve beyne takılan tasmanın boyutlarını gururla şöyle ifade eder (Tecrübesiz, atak genç kuvveti; elde tutulması ve yönetilmesi açısından önemlidir elbette):
“Bizim Tanrımız iktidarı elinde tutandır. Gazetelerin de yazdığı gibi, bugünün dünyasına hükmeden, bizi zaferden zafere ulaştıran, bütün dünyada komünizmi yücelten Tanrı’dan söz ediyorum yani! Bu Tanrı bizim dahi önderimizdir. Kervanın başını çeken kılavuz nasıl baştaki devenin yularını tutuyorsa, bizim Stalin de, çağımızın yularını öyle elinde tutuyor. Ve biz de onun peşinden gidiyoruz.(..) Stalin’in çizdiği yoldan ayrılmamaya, şaşmadan onun izinden gitmeye, düşmanın inini başına yıkmaya, onların cinayet planlarını ortaya çıkarmaya, korkunç ve acımasız şekilde cezalandırmaya ant içiyorum.” (sf. 17)
Fakat “Bu kavgayı, bu çatışmayı sürekli canlı ve gergin tutabilmek için, yeni hedefler yeni kampanyalar” gerekmektedir.
“Oysa bu davayı kökünden bir çözüme kavuşturmak için, bir ülke halkının tümünü Sibirya’ya, Orta Asya’ya sürmeye, sürgün yollarından kırılıp gitmelerine kadar pek çok şey yapılmıştı. Kötü otları ayıklama işini (bu işi yapmak, Birliğin ayrı milletlerden oluşan yörelerinde yapmak daha uygun olsa bile) feodal burjuva milliyetçiliğiyle suçlamak yoluyla yapmak gittikçe güçleşiyordu. Hakkında ‘şüpheli fikirleri var’ şeklinde en küçük bir ihbar yapılan kimse, kim olursa olsun, kendisi de yakınları da derhal baskı altına alınıyordu. (…) Herkes milliyetçilik aleyhinde, millî değerler, hatta ana dilleri aleyhinde atıp tutuyordu. İkide bir ve yerli yersiz Lenin’i göklere çıkaran, onun sözleriyle konuşan bir insanı nasıl ve neyle suçlarsınız?”
O zaman havayı koklayıp, yeni usullerle; bu süfli çirkin yarışta öne geçmek lâzımdır.
“Niçin meslektaşlarından geri kalsındı? O da tıpkı onlar gibi ruhuyla, bedeniyle yaşayan Kudret-tanrısı’na kendini adamamış mıydı? O yaşayan Kudret-Tanrısı’na tapanlar, bugün, masalarını, tavanlarını süsleyen kristaller arasında mutlu bir hayat yaşamıyorlar mıydı? Ama o Kudret-İlâhı’na ulaştıran, onun lütfuna kavuşturan tek yol vardı: Durup dinlenmeden, kılı kırk yararak ve sinsi sinsi çalışarak düşmanı bulmak ve maskesini düşürmek!”
Bu soylu(!) amaç için hakkında karar verilmiş davalar, aklanmış insanlar bile kullanılmalıydı. Verilmiş hükmü tersine çevirecek yeni davalar açılmalıydı. Çünkü düşmanların “sayısı yüzlerce değil binlerce idi. Hepsini sıkı bir sorgulama değirmeninde öğütmesi, çarkları işlemesi, kamplara sürüp sonunda dosyayı kapatması gerekecekti. Bunu yapacaktı.(..)
Yeni projesi ona gizliden gizliye gerçek ve parlak bir yükseliş vadediyordu ve bunun bir mantığı da vardı: Gizli düşmanları ne kadar çok ortaya çıkarır ve köklerini kazırsa, kazancı da o kadar çok ve büyük olurdu.”
Suçun haddizatında suçsuzluğun da, hayatın da ehemmiyeti yoktu. Kurbanlar, “devletin gizli düşmanlarını yok etmek için, zincirin sadece ilk halkasıydı”.
Eser, farklı bir sobadan bahsediyordu.
“Bazıları insan hayatının önemli olduğunu sanıyorlardı.. ne laftı ya! Devlet bir sobadır ve yakıtı da insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmelidir.”
…
Romanın ilerleyen sahifelerinde Cengiz Han efsanesine geçilir. Kuttubayev’in bu efsaneyi yazmış olması, suçlamada en büyük delildir. Efsanede, tarihin en kanlı hükümdarlarından birine karşı, “aşkla” dikiliş anlatılmaktadır.
Okura, eşsiz ruh tahlilleri sunulurken; onurlu bir direniş de yüreğimizi aydınlatır.
Cengiz Han, ‘Gök’e’ “Evrende, Ay altında birçok dünya varsa, bütün bunların tek elden yönetimini Cengiz Han ve soyundan gelenlere verilmesi için” yalvarır. Hâkimiyet duygusu o denli kuvvetlidir.
Esasen bağlılarının uyumasından bile hoşlanmaz. Çünkü “İnsanlar uykudayken onun iradesi dışına çıkıyorlardı. Uyanır uyanmaz onları o bağımsızlıktan çıkarmalı, çekip almalı, gerçekle, yani kayıtsız şartsız itaat altına oldukları gerçeğiyle yüzyüze getirmeli, görevlerini yapmaları için harekete geçirmeliydi.” Rüyalara bile egemen olunamaz mıydı?
Bütün iktidar sahiplerinin, megalomanların vehmi belki de; bir güç tarafından desteklendikleri, sürüp giden saltanatlarına kimsenin mani olamayacağı, bütün engellerin aşılacağıdır. Maskeler, görüntüler değişik olsa da, içyüzler yöntemler hep aynıdır.
Cengiz Hanca da, Göklerden gelen bir karar vardır ve ona güvenilir. Ancak eninde sonunda bu Ego’ya yapılan yatırım, Benlik güzellemesinden şişmesinden başka bir şey değildir. Sallantılı saplantılı bir özgüvendir.
“Gök-Tanrı onu fetihlerine, devletinin büyümesine, yayılmasına hiçbir engel çıkarmamakla lütuf göstermemiş miydi? Öyleyse ‘Gök’ ona özel bir değer veriyordu.” Hiç cezalandırmıyordu. “Gök Tanrı hep sabırlıydı! Bundan da her şeyi yapmasına izin verildiği sonucunu çıkarıyor, yıllar geçtikçe, Gök Tanrı’nın onu özellikle seçtiğine, Tanrının oğlu olduğuna inancı pekişiyordu(…) Başka deyişle o, yeryüzünde Gök-Tanrı’nın temsilcisiydi, onun buyruklarını yerine getiriyordu.” (Sf. 40)
…
Aytmatov’un sobası bir yana, Dünyevî sobalar çoktur.
İçten içe bir soba yanar bazen, ne yangınlar muhafaza ederiz. Sobalar; ihtiraslarımızı, tutkularımızı, tulu emellerimizi alevler durur.
Aşk ateşinin yandığı kimi sobalarda ise benlikler yanar, arılır duru(lur).
Gizli, uçsuz bucaksız bir başka soba daha vardır, öte dünyalı, gördüklerimize benzemez. Bilmezden geldiğimiz ve (Allah korusun) yakıtının bizler olduğu…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.