Ses ve çağrı
Her zaman hissedemeyiz belki ama bazen eşya, çok değişik tedailer meydana getirir; uyarır, bir güzelliği uyandırır.
Âdeta apayrı bir mânâyla bizimle konuşur. Apansızın bir başka ben, bir başka nesne devreye girer.
Basit bir âletin sesi, aniden ilgi çekmiştir. Kendinizi değişik bir atmosferde, farklı bir kulakla, dikkatle onu dinlerken bulursunuz.
SES, huzur ve sükûnu, tıkır tıkır bir işleyişi, mutluluğun dokunduğu evleri, maharetli yapıcı dost elleri hatırlatır, nice çağrışımlar yapar. Velveleci yorgun ruhu yatıştırır.
Mutat, bir zaman sonra belki sıkıcı gelen işlerin yapıldığı mutfak; neredeyse görünmez, garip bir ışıkla aydınlanır.
Her zaman çay demlerdik oysa. Sayısız kez ocağa koymuş sade ve sonra renklenen kaynamış suyla, dünya vakitlerine merhaba demiş, nice zevkleri yudumlamış ya da nisyana bırakmıştık.
Ama çay çay değildir, demlik de demlik; su da maskeli bir oyuncuymuş. Sanki o vakte kadar, birbirimizi hiç tanımamış(!), yabancı kalmışızdır.
Çay Kitabı’nda, kalbimize değen bazı nesnelerle ilgili, aynı konuda Kakuzo Okakura, nefis bir tasvir sunar bize:
“Sükûnet hüküm sürer, demir cezvede kaynayan suyun sesinden başka hiçbir şey yoktur, sessizliği bozan. Cezce güzel öter, zira dibindeki demir parçaları benzersiz bir ezgi üretecek şekilde düzenlenmiştir, öyle ki insan o ezgide, bulutların boğduğu bir çağlayanı, uzakta kayalar arasında patlayan bir denizi, bir bambu ormanını süpüren bir sağanağı, ya da bir uzak tepede çamların uğultusunu duyabilir”. (Juhanı Pallasmaa, Tenin Gözleri)
Öyle sanıyorum ki sık sık bu sesi ve benzerlerini işitenler kolay bedbin olmaz yıkılmaz. Çünkü hep muhabbetli bir davet alacak, bir güzellik çağrısına, aşk haykırışına yakınlaşılacaktır.
Aşk, varlığını sadece sanat kanalıyla değil, çeşitli şekillerde duyuracaktır.
Daha ileri noktada olanlar vardır. Mim Kemal Öke, Aşkın Ekolojisi’nde, Kızılderili toplumunun bir ayininden söz eder. Katılımcılar şu hisleri yaşamaktadır:
“…Törenin sonunda bütün yer ve kuşlar derimizin altına geçmiştir. İçimiz onlarla dolmuştur. Hayvanlar, atalarımız kanımıza katılmışlardır. Toprak bizimle birleşmiştir. Taşlar artık vücudumuzun bir parçası olmuşlardır… Gecenin kara seması kafatasımızın içinde yaşamaktadır. Bu birliktelik en derinden hissedilebilecek bir evinde, gerçek mekânında olma duygusudur. Burada yalnızlık yoktur. Burada birlik ve sessizlik/ sükûnet vardır. Daha büyük bir şeyin parçası olma bilinci…” sf. 67-68
Bu nasıl bir irtibat ve iletişim, nasıl bir alışveriştir. Eşya ile aramızda(!) ne vardır, ne tezahür etmektedir? Değişik dillerde, sanki benzer şeyler anlatılmaya çalışılmaktadır.
Belki yetenekli gönüller, hür ruhlar; derece derece teshir eden, türlü kılıklardaki Aşk şarkısına bigâne kalmayacaktır. İcabet edecek, dâhil olacak, bir an için senlik benlik ortadan kalkacaktır.
Böylesi kuşatıcı bakışla bakanlar, dertli dolapların, sarıçiçeklerin sesini duyar.
Sonra büyülü zamanların çekiç seslerini. Kuyumcu Selâhaddin ve ezilen altın varakları… Hz. Mevlânâ ve değirmenin ezgisi. Fuzûlî ve Su Kasidesi.
Sırlı bir musikiye kulak verirler. Bakışları derinleşmiş, ruhları incelmiştir.
Türlü varlık türkülerini işitirler. Beş duyudan ibaret değilizdir.
Çizgilerdeki yolları, damladaki ummanı görebilirler.
Okumaların ardını, sezgisel kalbî bilgileri.
Mevcudattaki aslî birleşmeyi, bütünleşmeyi.
Tek çizgi, tek nokta, tek Merkezi.
Cemadatın, nesnelerin gizli yüzünü.
Fanî hayatı, evirilmeyi ve çay saatlerinin verdiği derslerin önemini.
“Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m Seni” diyen âşıkların ölümsüz sesini.
Kâinatın Kalbine girenleri. Demlenenleri. Öteleri.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.