Sabret, dur, bekle
Erken öten horozun başı kesilir ve vaktinden önceki doğum da düşmüşten; düşükten sayılırsa, bu mudur, sabır mıdır yoksa, hayatı ölümden ayıran en belirgin ayraçlardan birisi? Bir yıldızdan –Güneş’ten- bir cenine değin, çapı böyle sınırsız ve evreni kaplayan bir yelpaze içinde, yani demek her şeyde, bir doğuş vakti; o ‘vakti zamanın gelişi’ beklenmek zorunda ki, zaman ve uzamda bir yer edinilip, bir yaşama hakkı sağlanabilsin, hayatta. Öyle.
Sabır, o kadar mı hayati bir konudur, yani?
Öyledir dersek, zaten dedik –ki, öyledir- beklemek de en büyük erdemlerden biridir o halde; bekleyebilmek. Olgun, suskun ve sakince… Söylemesi, bakın ne de kolay! Dile gelen bu kolaylık, ete kemiğe ve kana bürününce, sabırsızız oysa. Hiç birimiz yeterince olgun, yeterince suskun ve yeterince sakin değiliz. Olamıyoruz. Aslında, olamayız da…
Nasıl olalım ki? Ömür denilen aracın deposundaki benzinin miktarını, yolun sonunu ve uzunluğunu görüp bilmeden, direksiyon sallamaktayız gece gündüz. O ömrünün miktarını bilmeyip, bu cehaletiyle mazur görülesi, zavallı beşer de acele gidip ecele gidiyor zaten, çoğu zaman. Geçiş renklerine karşı renk körü olan gözleri, en belirgin, net ve zıt renkleri, diyelim ki siyahı ve beyazı seçebiliyorken sadece, alacalı geçişli, grili pembeli bir renk çemberi yazılmalıydı onun reçetesine, boynuna asabileceği. Beklemenin renklerini, yani. Boyun, sadece borç ve vebal yüklenmeye yaramaz, öyle değil mi? Kulağa küpe olanlar gibi, boyna çember olan bu hatırlatıcılara da muhtaçtır insan; sabredişlere. Aralara, geçişlere, baharlara ve buçuklara muhtaçtır. Baştaki örneklere uyarlarsak, gecenin zifiri karanlığına, seher vaktine ve gerekli olan –her türlü- gebelik süresinin dolmasına muhtaçtır, yani.
Olan ve olması gereken arasındaki bu derin yarık, rüzgarıyla göz yaşartıcı ve yüksekliğiyle baş döndürücü, oysa. Uçurumun bir yanında “sabırlı olunmalıdır” kuralı ve diğer yanında da “nasıl sabırlı olunabilir ki?” sorusu yükselirken, bu çaresizliğimiz, ikilemimiz için de yine merhamet dileniyor, biçareliğimi utanmadan ilan ediyorum şahsen, gerekli yere. Ne yapayım ki, başka? Eh, şu kış ortasında kalakalmış ve sıkışmış halimle, ne ellerimi kollarımı sallaya sallaya çiçekli bir kırda koşabiliyor, ne de, bir yaz meyvesi koparabiliyorum ağaçtan, uzanıp. Beklemek zorundayım, güzel bir sabredişle. Kışın bitişini, sabırla beklemek… Aksi halde, sabretmesem neyi değiştirebilirim ki zaten hem, ismimi bir asi ya da asiye yapmaktan başka? “Bari…” diyorum. “Nasılsa zamanı ileriye almaya gücüm yetmez, o devasa akrep ve yelkovana elim dahi ulaşmaz, olgun olsun bari adım, ermiş olsun da susayım, sakince ve gereğince bekleyip.” Hem, dağların kaldıramayıp, bir çift zayıf insan omzuna yüklenen o kadim yüklerden birisi de, işte bu çelişkinin oluşturduğu gerilim olmalı ki, et, kemik ve kan üçlüsü de, bunun için fazla kırılgan, çürümeye meyilli ve akışkanmış gibi geliyor bana. Tabi, ‘bana öyle gelmesi’ nin bir geçerliliği ve kıymeti olmadığını da biliyorum. Bir bildiği vardır çünkü… Çünkü, “Yaratan, yarattığını bilmez mi?” (Mülk, 14) Demek, o bekleyişler ve sabredişler için muhtaç olduğumuz güç, damarlarımızdaki kanda mecvuttur, hazırda.
Hal böyleyken, güzel bir sabrediş ve sabrın sonunun selamet olduğunu düşünmenin avuntusu –ya da gerçeği- kalıyor geriye, aceleyle yanan bağra serpilecek su gibi. Su gibi… Öyle olgun, suskun ve sakince akıp, şelalenin başına varıncaya kadar sessizce beklemek. O varıştan ve dolan ‘vakt-i zaman’ dan sonra, gürül gürül çağlamak. Bir gebenin vaktinde doğan bebeğinin çılgınca bağırıp ağlaması, tam zamanında öten horozun başının da, minnetle okşanması gibi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.