Pelit Bombası
Kâh “24 saate bir kişiye ancak 80 gram peksimetle” idare etmişler, kâh ayakkabısız parçalanmış elbiselerle, susuz, uzun yollar gitmişlerdir.
Kafkas’da ayrı, kızgın çöllerde değişik zorluklar imkânsızlıklar yaşamışlardır.
Bizim üstünkörü geçiverdiğimiz zulüm, ihanet, kin nefret, açlık, alışkın olmadıkları soğuk-sıcak gibi hava şartları, türlü hastalıklarla boğuşmuşlar; yırtıcı hayvanlar tarafından bile katledilmişlerdir.
Yine de Mehmetçik’in satırlarında bir isyan kokusu yoktur. İhtiyat Zabiti Mehmet Oral, nisyan yüklü hafızalarımıza hitap eder. Onu anlamamızı, görmemizi ister sadece.
Anadolu’nun ihmal edilmişliğini eleştirir. Keşke der, dışarıya yapılan “bu masrafın hiç olmazsa %10’unu daha sarf etmiş olsalar idi, belki Anadolu’nun birçok yerine de demiryolu yapılırdı. Bu sayede ordu da yürüyüş ve hareketlerde ezilip bu kadar telef olmazdı. Belki de büyük muzafferiyetlere nail olurdu.
Şimdi ne oldu? İşte büyük harpte Türk ordusunun heyet-i umumiyesinin yolsuzluk yüzünden mevcudunun % 25-30’u şurada burada, yorulup yollarda kalarak, telef olup gitti.” (sf.22)
Yeterli yiyeceklerinin bulunmaması, erzaklarının az çıkması ayrı bir sorundur:
“…Mezkûr dağda Kuzukulağı diye bir ekşi ot fazlaca bulunuyordu. Asker bu ottan yiyip üzerine su içtikleri zaman sancı veriyordu.” (sf. 23)
“…Bulunduğumuz yerde meşe ormanı pek çok olduğu için, meşe ağaçlarının üzerinde olan pelitlerden toplayıp istifade ediyorduk. Bazen ateş içerisine atarak pişiriyorduk. Bazı kere de su ile ateş üzerinde haşlayıp acısını aldıktan sonra yiyorduk. Hatta birçok İstanbullu arkadaşlarımızı bile pelit yemeye alıştırmıştık. Bizim gibi onlar da kemal-i afiyetle yiyorlardı.
Akşam olduğu vakit taburda bulunan bütün takım zabitleri bir araya toplanıp, ortaya ateş yakarak, biraz da fazlaca pelitleri ateşin içine attığımız vakit bomba gibi her biri bir yerden patlamaya başlayınca hakikaten orada bir âlemdir geçilirdi.
Bu sırada arkadaşlar pişen pelitlerden ateşin içerisinden çıkararak soyup yemeğe başlarlardı. Lakin ateşin içerisinden pelidi çıkardığımız vakit biraz soğutmadan soyamazdık. Eğer soğumadan alınacak olursa, elimizde patlıyordu. Hatta bir akşam taburun tabldot aşçısı Karafereli Hüseyin Çavuş ateşin içerisinden pelidi çıkararak soğutmadan, sıcak sıcak hemen ağzına atar atmaz, birden bire ağzında bomba gibi patlayarak, o sırada alt dudağını ortasından yarmış ve kan olduğu gibi akmaya başlamıştı.” (Sf. 100-101)
“…Evvelen küçük olan gözün (odanın) duvarının içerisine Çanakkale’de İngilizlerden alınan peksimet tenekelerinden bir tanesini yerleştirerek mezkûr tenekeye bir de musluk takmak suretiyle iyi bir hamamlık meydana getirdik.” (sf.102)
Mehmet Oral’ın (1894-1961), Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele dönemine ait bazı hatıralarından oluşan “Hicaz Çöllerinde Bir Avuç Türk’ün Kahramanlığı (Sarıkamış, Hicaz Cepheleri ve Esaret Anıları)” isimli kitaptan bazı alıntılarla size seslendik.
Bu güçlükleri, meşakkati günümüz millî kuvvetleri, askerleri veya derleme toplama paralı savaşçılar yaşamışlardır mıdır sanmıyorum.
Hicaz Cephesi’nde ise çok daha başka facialar gerçekleşecektir.
Erzak yüklü trenin geçeceği istasyonda, (ray demirleri tamamen sökülüp boşta olduğu için) son sürat giden trenin devrilmesi sağlanarak, 150 askerimizin kazaya uğratılması; kurtulanlardan tamamının, etrafta mevzi almış bedevi kuvvetleri tarafından yürek parçalayıcı bir şekilde şehit edilmesi gibi. (Mehmet Oral, Hicaz Çöllerinde Bir Avuç Türk’ün Kahramanlığı, Hazırlayan: Dr. Salih Özcan, Kömen Yayınları, 2012, sf. Sf.161-163)
Yine hatırattan bir diğer bölüm şöyledir:
“….Bölük merkezinin cenubunda bir buçuk saat kadar bir mesafede ve demiryolunun şarkında Kirmastılı Ali Onbaşı’nın kumandasında dokuz kişi mevcutlu bir karakolumuz bulunuyordu.
Bölük merkezini teslim aldıktan sonra binlerce düşman kuvveti oradan olduğu gibi, bu defa Ali Onbaşı’nın dokuz kişi kuvvetinde bulunan karakolu üzerine yüklenerek taarruz etmeye başlamışlardı.
Bu vaziyet karşısında Ali Onbaşı efradına hitaben gayet soğukkanlılıkla müdafaa ve son derece sebat edileceğine ve katiyen düşmana teslim olunamayacağına dair talimat verdikten sonra, lazım gelen tertibatı alıp orada ateş emrini vermişti.
Bedevi kuvvetleri karakolun bulunduğu tepenin her tarafından ilerlemek istiyorlar ise de, cesurane sebat ve müdafaalarından dolayı 7-8 saat kadar orada uğraşmalarına rağmen bir türlü teslim alamıyorlardı.
Lakin ne çare ki, karakolda mevcut olan, üç sandık cephanelerinden bir tane kalamayıncaya kadar orada çok fedakârane uğraşıyorlar. Netice hiçbir taraftan imdat gelme imkânı kalmamıştı. Çünkü bölüğün diğer parçaları olduğu gibi esir ve telef edilmişlerdi. Yalnız Tuyrî istasyonunda bulunan bölüğümüzün birinci takımı kurtulabilmişti. Karakolun yakınlarında ve civarlarında katiyen hiçbir kıta-i askeriye kalmamıştı. Ol vakte kadar vakit ikindiyi geçmişti.
Bu sırada biçare neferlerin ellerinde bir tane bile mermi kalmamıştı. Karakolda cephanenin kalmadığını anlayan hain düşman bu defa karakolun bulunduğu cebelin her tarafından yukarı doğru tırmanarak mezkûr tepenin üzerine çıkıp karakolda bulunan Ali Onbaşı ile beraber 9 kişiyi teslim alarak orada olmadık, işkence ve cefa ile pek feci surette kâmilen şehit ediliyorlar. Hülasa karakolu esir aldıktan sonra 9 kişinin kafalarını orada oğlak gibi keserek hepsinin birden burnu ve kulakları, elleri ve kolları vs. azaları kâmilen çıkarılarak ağaçtan sivriltilmiş kazıklar ile karakolun duvarlarına çakılmış, adeta bir kasap dükkânı gibi bir manzaraya benzeterek et parçalarının her birini bir yere asarak bırakıp gitmişlerdi.
(...) Bu mukaddes şehitlerin cesetleri 8 gün açıkta kalmıştır. Yol açıldıktan sonra ancak defnedilebilmiştir.” (sf. 165-166)
…
Yukarıdaki satırlar, vahşet pek yabancı gelmedi herhalde.
Niyetim bir genelleme yapmak, şu millet bu millet meselesi değil elbette. İçimizden de nice hain, insan müsveddesi çıkmıştır.
Kutsal topraklara seyahatlerin en lezzetli, özel duygularla gerçekleştiğini her zaman kabul ederim. İnancı ayrı ve üstte tutuyorum. Söylemek istediğim farklı bir şey.
Ancak bir de (tarihi) gerçekler var.
Son günlerin bir takım tartışmalarına gelirsek:
İnançları “kendine(!) göre” çeşitli şekillerde yontulup biçildikçe Müslüman kardeşlere de gözü kapalı, tereddütsüz güvenmek acıklı durumlar doğurabilecektir. Özellikle bazı terörist grupların etiketleri İslâmî(!) gözükünce.
Ayrıca kim olursa olsun; bir devletin başka bir devlete, gruba, lüzumlu titiz incelemeler yapılmamış muhaberata, doğrulanmamış bilgilere vs. kayıtsız şartsız itimadı mümkün olabilir mi?
Peşin hükümlerin, duygusal bağlılıkların, göreceli değerlendirmelerin en asgariye indirilmesi gereken saha belki de siyasî arena.
Bazen apaçık “aldatılma, özeleştiri” söz konusu edildiğine, belirtilenden hedeflerden tam aksi sonuçlar alındığına göre; demek ki yanılgı paylarını da her zaman göz önünde bulundurmamız lazım; önümüzü ve ilerisini göremeyebiliyoruz, insanız nihayetinde.
Şahsî meselelerden bahsetmiyoruz. Eylemlerimizin neticeleri, bütün bir milleti alakadar ediyor ve birlikte yaşanıyor çünkü.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.