Ömer Seyfettin’in Balkan Harbi Hatıraları
Biz hem insan hayatını, hem tarihi, kolayca kıymet hükümleriyle geçiştiriyoruz. Doğum, ölüm iki rakama; bir kaç cümle, sayfaya ve hatta arızalı yargılara, bakışlara sığıştırılıyor.
Hâlbuki kayıplar, yaşananların zorluğu, hayatın çetinliği; biraz araştırma, bilgiden, kısmî bir zahmetten(!) sonra bile açıkça ortaya çıkabiliyor.
Vefatının 100. yılında çeşitli faaliyetlerle andığımız, Büyük edebiyatçımız Ömer Seyfettin(1884-1920) çalkantılı, sıkıntılı bir döneme tanıklık etmiş, 36 senelik ömründe bizzat katıldığı bir savaşın ve esaret günlerinin ıstırabını da çekmiştir.
Tahsin Yıldırım’ın hazırladığı Balkan Harbi Hatıraları kitabında, devir ve savaş hakkındaki bilgiyle beraber, Ömer Seyfettin’in bu zamana ait anılarına, intibalarına yer veriliyor.
“Ömer Seyfettin, Aralık 1908 ile Ocak 1909 arasında, Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun Nizamiye Tabur’una tayin edilmiştir. Burada eşkıya takip maksadıyla, birçok yerleşim merkezini gezmiş, Türk ve İslâm düşmanı komitecilerin Müslümanlara karşı yaptıkları pek vahşi ve son derece barbarlık örneği hâdiseleri yerinde müşahede etmiştir.
Savaşın toplum düzeyinde meydana getirdiği sarsıntıları, acıları, yıkıntıları yakından gören ve yaşayan Ömer Seyfettin, Yanya Kalesi’nin savunmasında Yunanlılara esir düşmüş, önce farklı yerlerde tutulmuş, daha sonra Nafplion kasabasında yaklaşık bir yıl esir kalmıştır. Kitapta yer alan hatıraların bir kısmı da bu dönemi kapsamaktadır.” (Ömer Seyfettin, Balkan Harbi Hatıraları, DBY Yayınları, 2016)
O güzel, sımsıcak, anlamlı öyküleriyle aramızda yaşayan Yazarın, Balkan Harbi Hatıralarından birkaç hüzünlü yaprak:
“Ayın kaçı? Bugün ne? Bilmiyorum. Benimle beraber kimse de bilmiyor. Ne felaket Yarabbi! Ricatin, inhizamın (hezimete uğrama, bozgun) en çirkinini gördüm. Bugün burada, Köprülü’nün önündeyiz. İkinci fırka kaçtı. Yalnız biz, nizamiye fırkası kaldı. Birden ric’at emri verildi. Hep kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz. Toplar filan hep kaçtı. En nihayet bizim tabur kalmıştı. Biz de çekildik. Bütün gece, tam on iki saat yürüyerek sabaha yakın Kiliseli’ye geldik. Oradan dün sabah kalktık. Buraya döküldük. Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh ne felâket! Kadın, çoluk-çocuk tam beş bin ev imiş.”
14 Teşrinievvel (27 Kasım 1912), Köprülü
“Kaç gündür, kaç gecedir burada çekmediğimiz sefalet kalmadı. Üzerimize yağmurlar yağdı. Çamurlar içinde yuvarlandık. Askerin hepsi hasta. Kazanlar yolda bırakıldı. Hepimiz açız.
Rezalet, felâket son dereceyi buldu. Dağlara yavaş yavaş kar düşmeye başladı. Dayanılmaz derecede soğuk. Rüzgâr durmadan esiyor.
İşte şimdi hareket emri verildi. Nereye? Kimse bilmiyor. Gözlerini kaybetmiş bir kör sürü gibi bocalanıp gidiyoruz. Ortada ne kumandan var ne kumanda.
Ortada mekkâriler yok. Mekkâriciler (yolcu ve mal taşıma işlerini meslek edinen sınıf) yok. Cephaneler siperlerin içinde kaldı. Herkes şaşırmış. Hâl ve mevki o kadar tahammül edilmez derecede ki…
Şimdi Otuz Sekizinci Alay’dan Şevket Efendi isminde bir yüzbaşının intihar ettiğini haber aldık. Hemen herkes intihar etmek istiyor.
Yazık namusa bir kıymet ve ehemmiyet verenlere…”
17 Teşrinievvel (30 Ekim 1912)
“…Rumeli eski şeklini alamaz. Artık Rumeli bir daha yapışmamak üzere Türk ilinden kopmuştur. Avrupa’nın orduları gelip Sırp ve Bulgarları buralardan çıkaramaz ya!...
Sekiz sene evvel, mektepten yeni çıktığım vakit gezdiğim bu yerleri bir gün böyle kaçarak terk edeceğimizi hiç aklıma getirir miydim?
Heyhat… Mademki biz asker değiliz, mademki bizde askerlik için lazım olan zekâ ve itaat yok, mademki bizde bir ideal, bir vatan hissi, nihayet bir lisan yok…
Bölüğün yarısından ziyadesi Türkçe bilmiyor. Tabur Babil Kulesi gibi. Ne alanın satandan, ne satanın alandan haberi var.”
27 Teşrinievvel ( 9 Kasım 1912)
“Bu gece Mugilla köyünde yattık. Bölüklerin hiç birinde asker yok. Perişanlık o kadar müthiş ve tamir olunmaz derecedeki, tarif edilemez.(…)
‘Kuvve-i maneviye’ denilen şey külliyen iflas etti.
Zannediyorum ki, köyün üzerinde bir şarapnel patlasa bütün asker, bütün alaylar çil yavrusu gibi dağılacak. Arkadaşlarımız içinde hâlâ muzafferiyet umanlar var. Biz de yalancı bir ümit ile meyus görünmek istemiyoruz.
Bölüklere yirmi ikişer tane yeni nefer verdiler. Tüfek atmasını bilmediklerini, ömürlerinde talim görmediklerini söylüyorlar.”
3 Teşrinisani ( 16 Kasım 1912)
(…) Bizim arkamızda on altı topumuz varmış. Bu da bir ‘mış’. Acaba düşmanın ki ne kadar? Şimdi patlayacak, görürüz.
Garp Ordusu karargâhından şimdi bir beyanname geldi. Mahvolan namus-ı askerîmizin bugün ikmali icap ettiğinden bahsediyor: ‘Ya ölüm, ya sebat!’ diyor. Ve ‘Muzafferiyet’ diye ilâve diyor.
Arkaya kaçacak yerimiz olmadığını tekrar ettikten sonra kaçacakların mürettep kıt’alar tarafından kurşuna tutulacağını ihtar ediyor.”
23 Teşrinisani ( 6 Aralık 1912), Berat
“Dün öğleden sonra buraya geldik.(…)
Buranın ahalisi kendi kendilerine istiklallerini ilan etmişler. Belediye dairesinin üzerinde istiklal bayrakları sallanıyor. Zavallı ay yıldızın karşısında sallanan bu sancak, kırmızı satıh üzerinde çifte siyah kartaldan yapılmış bir şey.
Ahali o kadar Türk düşmanı ki, belediye dairesine kartallı bayrakları çekmekle kalmayarak Redif dairesindeki al ve beyaz boyalı sancak direğinin rengini bile değiştirmişler. Kırmızı ve siyaha boyamışlar.”
3 Kanunuevvel (16 Aralık 1912)
“Bu sabah sabah beşte yola çıktık. Yunan’a muharebeye gidiyormuşuz. Hâlbuki her neferde yüz fişek bile yok. Bu kadar cephane ile muharebeye değil, ava bile gidilmez.
Bundan başka, topumuz yok, süvarimiz yok. Hâsılı fırkanın ekmeğe, tuza varıncaya kadar hiçbir şeyi yok.”
5 Kanunuevvel (18 Aralık 1912)
“Bu sabah Leskovik’e doğru yola çıktık(…) Yolda kaybolan hayvanımı aramak için geri kalmıştım. Bir çalılığın içinde doktoru, eczacıyı, Birinci ve İkinci Taburlardan birkaç zabiti gördüm. Yeri kazıyorlardı. Meğerse açlıktan bir nefer ölüyormuş. Ağzından köpükler akıyordu. Zavallı daha tamamıyla nefesi bitmeden kazılan mezarının kazma seslerini işitiyordu.”
İBRET!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.