Konya’da lâtif esintiler
“3.Milletlerarası Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni” 27-29 Kasım’da, Mevlâna Kültür Merkezi, Sultan Veled Salon’un da gerçekleşti.
4. Oturum, “Tarihi Roman ve Konya” başlığı altında yapıldı. Mehmet Ali Köseoğlu’nun yönettiği oturum başkanlığında; Melahat Ürkmez, Fatma Şeref Polat, Hasan Bayraktar, Hüseyin Muşmal ve bendeniz de bildiri sunduk.
Verilen ödüller heyecanı arttırdı. Roman ödülü alan arkadaşım Melahat Ürkmez hanımefendiyi, Türk Edebiyatı Dergisi’nin düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmalarından” tanıdığımız kıymetli yazar İsmail Bilgin ve Beyazıt Akman beyefendiyi tebrik ediyorum.
Ayrıca Türkiye Yazarlar Birliği ve Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi Başkanlığı olmak üzere; bilgi şölenine emeği geçen, katkıda bulunan herkese şükranlarımı sunuyorum. Bilgi şölenlerinin getirdiği lâtif esintilerle; Konya’nın biraz nefeslendiğini zannediyorum.
Bizim oturumda, daha çok 13. yy. çerçevesinde yazdığımız romanlar konuşuldu. Büyük mutasavvıf Sadreddin Konevî ve çevresini anlatmaya çalıştığım yani romanım “Nefha’nın” sevileceğini umuyorum.
…
Şimdi 13. Yüzyıl Konya’sından serinletici, gönle işleyici birkaç misal verelim. Sadreddin Konevî Hz. hocalarından Evhadüddin Kirmânî’nin menkıbelerinden.
Gönül nakkaşlarının özel hayatlarında problemleri olabilirdi belki, fakat her çeşit şiddetin tırmandığı, bilhassa kadına karşı yayılışıyla dertlendiğimiz günümüzde; bize aile geçimi, insanî muamele hususunda güzel işaretler sunarlardı. Sabır, kemâlin en önemli hareket noktasıydı ve bazen az bulunur sabır örnekleri gösterilirdi:
Evhadüddin Kirmânî, Bakırcılar Çarşısındaydı. Bir tellal, sıra dışı bir cariyeyi satıyor, meziyetlerini(!) sıralıyordu: “Kötü huylu, bozuk tabiatlı, küfürbaz, yaramaz…”
Bedava verilse bile müşteri bulması imkânsızdı. Fakat Evhadüddin Kirmani talip oldu. İyi bir fiyat da verdi… Üstelik onunla evlendi. Eve gelince cariye hemen kavgaya başladı, birini dövdü. Şikâyet ettiler. Daha beteri, katmerlisi hazırdı. Eziyetlerinin en büyüğünü Hz. Şeyhe yapıyordu. İşin kötüsü, fena hareketlerinin sonu bir türlü gelmiyordu.
Evhadüddin Kirmânî hiçbir ev işini yaptıramadı. Fakat tahammülü zorlasa da, nasihatini, ikazlarını, alâkasını esirgemedi.
Gelen misafirlere, özellikle de büyüklerden biri teşrif ettiğinde, yüksek sesle, duyuracak şekilde hakaretamiz konuşurdu:
“Şu sahtekârların hepsini öldürmek ya da yakmak gerek.”
Gelen iki mübarek misafire hizmet etmek istemediği için, kocasının yakasına yapışıp, ağır sözler ederek, eline geçirdiği bir sopayı başına vurdu. Kavga ve gürültüyü duyanlar yetiştiler, oradakilerden Şeyh Zeyneddin Sadaka sinirlendi:
“Bu mendeburu daha nereye kadar çekeceksin. Ya boşa, ya bir başkasına ver, kov, sat gitsin. Bunca azaba, belaya katlanmaya mecbur değilsin?”
Evhadüddin Kirmânî: “Ey arkadaşlar” dedi.
“Ben onu bütün kusurlarıyla aldım kabul ettim. İrademle kabul ettikten sonra; bir şey, belâ ve azap ise başımdan defetmek, bir başkasının üstüne yıkmak yiğitlerin meşrebinde caiz değildir. Bilhassa da kötü huyları eskiye göre, yüz misli arttıktan sonra onu başkalarının üstüne atmak, topluma musallat etmek mürüvvete aykırıdır. En iyisi tahammül göstermemdir.”
…
Soğuk bir kış günüydü. Evhadüddin Kirmânî’nin arkadaşlarından bazıları halvetteydi. Şiddeti soğuklar, mühim bir meseleyi, ortaya çıkarmıştı, tuvalet tıkanmıştı. Abdest suyu yolu buz tutmuş, akmıyordu. Hizmetçilere tembih ettiği halde, zorlu işi savsaklıyor, suyolunu açmıyorlardı.
Baktı olmayacak. Kendisi bir balta aldı geldi ve sorunlu yeri yapmaya başladı. Her balta darbesiyle pis sular, buz parçaları üstüne başına sıçrıyor, hatta yüzüne geliyordu. Pislikten tiksinmiyor, bilâkis işi bitirmek için acele ediyordu.
Tarikatın önde gelen isimlerinden halifesi Zeyneddin Sadaka (R.A.) tesadüfen eve geldi. O kadar kişi dururken, Mürşidin işi kendi üstlenmesi rahatsız etti, incitti. Bir taraftan da kızmıştı. Yüzünü buruşturarak, baltayı kaptı.
Ancak her baltayı buza vurdukça, necasetten tiksiniyor; pisliğin bulaşmasından çekinip, giysilerini bedenini korumaya çalışıyor; bir mânâda kalbi vazifeden kaçıyordu.
Onun itici bir duyguyla, tiksinti içindeki halini görünce; Evhadüddîn Kirmânî baltayı tekrar eline aldı. Şeyh Sadaka’ya:
“Bu iş senin işin değildir. Nefretle iş yapıyorsun. Gördüğün su Allahü Teâlâ ile sohbet halinde olanların suyudur. Onların abdest suyundan ve artıklarından nasıl tiksinilir” diye buyurdu. İşine devam etti.
Kalplerdeki lâğım patlağını temizliyordu onlar. İnsan ve ötesini görüyordu, göklerin tatlı, taçlı meyvesini; âlemlerin zübdesini.
Aşk damlaları, bütün necaseti, çeri çöpü, kazuratı süpürüyordu, yıkayıp götürüyordu.
Böyle bir temizlenme, bakış açısı, insan sevgisi kuşkusuz etkileyiciydi.
Nice bilgi şölenlerine diyelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.