Gülün kalbi
Bazen hiç ummadığımız anda, farklı şekillerde soru(n)larımıza cevap alırız.
Kimi işaretler vazıha kavuşur. Okumanız gerekeni okumamış, vazifelerinizi her zamanki gibi ihmal etmiş, görmeniz gerekene gözlerinizi kapamışınızdır.
Bir insan, olay, hatıra, bir şimşek çakımı, bakış, hiç tahmin etmediğiniz öngör(e)mediğiniz herhangi bir şey size yol gösterecektir.
Kâinattaki harfler, kelimeye dönüşür, sonra zihninizde kalbinizde cümlelere... Gide gide paragraflara ve onlar gideceği yeri pek iyi bilir.
Hayat(ımız)la zannettiğimizden daha az alâkalıyızdır. Günlük amaçlar peşinde, hayatın bütünlüğü içinde belki de gereksiz, tâli kalabilecek, bizim büyüttüğümüz ve lüzumsuz bir itibar verdiğimiz şeylerde fazlaca takılı kalırız. Görüntülerin, zarfın, esasında gölgelerin, vehimlerin pençesinde kıvranırız.
Küçük sıkıntılarımızın, zayıflıklarımızın ardı sıra gider ve zaman zaman insicamımızı bozmasına, bizi büyük zahmetlere sokmasına, dalgalandırıp bulandırmasına izin veririz...
Böylece “ben’de” oyalanırken bir gün.. alelâdeyle, nefsimle çelikçomak oynarken yani.. aniden elimdeki kitaptan bir ibare yakaladım: “Gülün kalbi”... Ve peşinen sarsıldım yandım.
Kitapta Hintli bir yoginin, uyguladığı teknikten bahsediyordu. Sessiz bir odaya giriyor ve eline gül alıyordu. Her gün, belli bir müddet gülün merkezine doğru bakmaya başlıyordu. Gülde odaklanırken; giderek “gülün kalbine” yoğunlaşıyordu. Onu hayata benzetiyor; dikenlerden kalbe, güzelliğe gitmeye çalışıyordu.
Hâlbuki “Güle” bizim verdiğimiz mana, ehemmiyet büsbütün başkaydı. Fakat bozuk ve sapmış inançlarda bile, ucundan kıyısından bir nebze güle yaklaşmak (diğer tekniklerin de yardımıyla), insanî gelişim açısından -kendilerine göre- bir yarar sağlıyordu.
Güller, laleler, nergisler bizim medeniyetimizde bambaşka hüviyete bürünüyordu. Ulu Peygamberin(SAV) varlığına her an ihtiyaç duyuyorduk. Yaşantımızın kalbine O’nu koyuyorduk. Unutmuyorduk ki hatırlayalım.
Hayatını, çektiği ıstırapları, yükünü hele mübarek yüzünü akla getirince; kirli dertlerimizin, gülünç telâşelerimizin, adi meşakkatlerimizin, kılıflarımızın, uyduruk mazeretler, abartılı -az çok sanal- problemlerimizin peşine düşmüyorduk.
Çözülmüyorduk; “Bütün”ü hatırlayınca... Veya parçadaki bütünü, Yeki görüyorduk. “Ufalanmaya” değil, “tamamlanmaya” koşuyorduk.
Tüm derdimiz devamız, O’nun ümmetine layığı veçhile dâhil olmak, kulluğumuzu arz etmek, O’nun teveccühünü kazanmaktı.
Salat ve dualarda hep O vardı. Sevdiklerimizin gözlerinden, isimlerinden, gönüllerinden seslenirdi. İç dünyamızı kokularla, ruhanî bir zevkle bezerdi. En Sevgili Öğretmendi. Allah’ımızı ve O’nu Seven-Sevilen olarak iç içe düşünürdük.
O’nun sözleri, hayatımızda en mukaddes levhalar, bereket fışkıran sözler olarak aks eder ve halisiyetle büyük bir ihtimamla tutulmaya çalışılırdı.
Derunumuzda çakılıydı, asılıydı. Boynumuzun borcuydu, sevdamızdı aşkımızdı; ruhlarda dolanan “muhabbetin özsuyuydu”.
Aksini düşünemez, fena olurduk. Sevgi sıralamasında hep O’nun biricikliğine/birinciliğine tutunurduk. O’nda fani olurduk.
...
Hâlbuki şimdi “Gülün Kalbi”ni yeterince anmıyoruz. Tanıdıklık, aşinalık, dost bir sıcaklık azalmış. Çepeçevre yabancılık hissi sarmış... Sanki belleğimizden bir bölüm silinmiş.
Gülü hatırlatacak vasıtalar azalıyor, değersizleş(tiril)iyor. Artık hem “Gülün Kalbi”nden hem de kalbimizden uzağız.
Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı bir insanı değil; bir “din kurucusunu” bile sevgi ve şefkatle yâd etmiyoruz. Mukaddes Varlığını duyuran eşya, O’nu müjdeleyen tabiat; mazi hal ve gelecek üçlüsünden (Zaman ötesinden) O’nu duyuran ses, gittikçe ifadesizleşmiş kesilmiş...
O’nun öncülüğünde, manevî rehberliğinde gelişen fert bazında ve toplumca ülkülerimiz, mefkûrelerimiz yitirilmiş... “Ortak şahsiyetimizin” gelgitlerinde, özümüze yabancılıklar artmış.
Sevgili’nin ismi derunumuzda yükselmez olmuş. Anlam kaybedilince haliyle tad da silinmiş... Hayranlıklar, hayretler, özlemler eksilmiş. Aidiyetler, sahiplenmeler, eklenmeler kesilmiş.
Dudaklarınızın tatlı kıpırtısı, gözyaşlarımızın iştiyakı azalmış, bülbüller sahte çiçeklere karşı şakımaya, çilemeye başlamış. Durak, merkez, yuva olma; başlangıç ve sonda tek O’nda olma emelimiz, gayemiz, aşkımız eğilmiş bükülmüş.
Sizin gerçekliğiniz(!), O’nun hakikatının önüne geçmiş ve belki O’na varolma hakkı tanımazken, yüzde yüz kendi varoluşunuzun hanesini de koca bir 0’la dondurmuş/doldurmuşsunuz.
...
Başka deyişle.....
Çabuk kanıyoruz; sevgiye de hemen kanıyoruz... Yüreklerse -mülevves yaralar içinde- kanıyor/kanatıyor.
İnanç ve ibadetler -eğer varsa- kalıplaşmış, şekilde mânâsı erimiş, biçime, görselliğe takılmışız; ama hissetmemiş, “ruh açlığımızın” farkında olup, “O’nun muhabbetiyle” kendimizi teskin edip, ilerlememişiz.
Yani derin duygular, sevgiler amellerimize eşlik etmemiş. Yunusların yolundan gitmeyi değil, Molla Kasımların yolunu seçmişiz belki.. Ya da yarı yolda bırakan akılların, bilgilerin hamallığını tercih etmiş.
Hz. Muhammet’le(S.A.V.) muhabbet birbirini tamamlamadığından.. varlığın sesi kesilmiş.
Temkinle yaklaşıp, damgalardan, sahte benliklerin saldırısından, tahakkümünden korkar olmuşuz.
Tanrım! Ya “çağdaş” değilsek; ya gericiysek... “Modern kimliğimizi” nasıl ifade etsek? Asra ayak uyduramazsak, aya da uçup konamazsak nereye göçüp gitsek?
Veya biraz sevmeye heves etsek, sanki bu duygumuz kesintisiz, yeterli ve mükemmelmiş gibi “putlaştırmaktan” korkmuşuz. Evvelâ sevmeyi bilmezken... “Aşk Alfabesi”nin A’sında bile değilken. O’nu sevmekten “çekinmiş(!) erinmişiz...
Muhabbet bize çok gelmiş velhasıl. Haddimiz değilmiş... Sevgi yenimizde/yerimizde darmış. Hepimizin ağzında bir sakız: “Ne yapalım, (aşkımız) bu(raya) kadarmış.”
Sonuçta çağlar-Âlem ötesi müstesna bir “Güzel’in”; bir “Mükemmeliyet Örneği ve “Ufuk Peygamberin” yüreğinizi, sizi güzelleştirmesine izin vermemiş; din eşliğinde bir varoluş zeminini reddetmişsiniz.
Zamanın, inancınızı ve sizi sınamasına yenik düşmüşsünüz.
Gönlünüzde açılacak tomurcukları küstürmüşsünüz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.