Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Eğlencesiz hikâyeler

Eğlencesiz hikâyeler

Bir ramazanı daha geride bıraktık. İbadetler canlandığı, yemek alışkanlıkları başta, hayatımız kısmen değiştiği için; muhtemelen yoksullar, açlık sahneleri daha ziyade akla gelmiş, ruhumuz bir nebze incelmiştir diye düşünüyorum.

İstiklal Harbini, zaferimizi küçültenler bulunsa, muhtelif karalamalar yapılsa da; bugünler için ağır bedeller ödedik.

Zaman gezintileri, görüş noktasını değiştirmek bakımından yararlı. Çok ibretâmiz geldiği için, tarihimizden birkaç iç yakıcı görüntüyü, dayanması zor gerçekleri sizlerle paylaşmak istedim.

Tuğgeneral Ziya Yergök’ün hatıralarında, Sarıkamış’tan Esarete kitabında bahsediyor.

Asker birkaç günlük dinlenme evresindedir. “Taarruz ve izleme sırasında asker neşesinde, düşmanı bozmaktan başka bir şey düşünmediği için aklına bir şey gelmiyordu.” Savaş kaygısı kalmadığında ise, iyi beslenemediğinden, gıdasızlık ve açlık iliklerine kadar işlediğinden açlık hatırlanıyordu.

“…Asker ne bulursa yemeye başladı. Köylüden satın aldıkları koyun, keçi, kuzu ve oğlak kesilir kesilmez işkembe ve bağırsaklarına varıncaya kadar her organı karavanalarda üstünkörü pişiriliyor, çiğnemeden yutuluyordu.

Ekmek yerine buğday verildiği için bunu ya kavuruyor, ya da haşlıyorlar, bazı atların arpa içmesi gibi çiğnemeyip bunları âdeta içiyorlardı.(…) dayak ve azarlamanın da bir etkisi yoktu. Devriyeler gezdiriyor, bağırsakları, işkembeleri, ayak ve kelleleri temizleyip kıldan arındırmadan yemek pişirenleri dövüyor, yaptıkları yemekleri döküyorduk. Bu davranışlarımızın yine de yararı görülmüyordu.

Erler, subayları yanlarından ayrıldıktan sonra, yine bildiklerini okuyorlardı. Bu oburluk müthiş bir salgın hastalık doğurdu. Köyün sokakları pislikten geçilmez oldu. Temizlemek için görevli erler çıkarılıyor, temizlik yaptırılıyordu. Kendileri kirletip kendileri temizledikleri halde, hazırlanmış helalara gitmiyor yahut hela sayısı az geliyordu.

Hastalar gittikçe çoğalmaya başladı. Öyle oldu ki alaydan 110 er, geriye, hastaneye gitmek zorunda kaldı.(…)

Köyün içi ve dışı insan pislikleriyle kirlenmişti. Pisliklerde kavrulmuş ve çiğ buğday ile kılların üzerinde deri parçaları görülüyordu.”

Askerin psikolojisi, maneviyatı da bozulmuştur. Mesela Ziya Yergök, “geniş ve aydınlık bir ahıra girdiğinde, orada bir erin can vermekte olduğunu, ama kimsenin umurunda olmadığını” şaşkınlıkla görür.

Pis kokmayan er yok gibidir. Bu sefalet yüzünden taburların mevcudu 300’e kadar düşmüştür.

Soğuk ise ayrı bir problemdir. Zihinler dumura uğramıştır âdeta:

“Asker yattığı, barındığı binayı yıkıp yakmaya çalışıyor, sonra da açıkta kalıp soğuktan donacağını aklına getirmiyordu.” Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları, Sarıkamış’tan Esarete (1915-1920), Haz: Sami Önal, Remzi Kitabevi, Sf. 76-79

Yine aynı kitapta değinilir. Açlık bir beladır, ama bazen esarette bile bu konuda mutlu(!) anlar yaşanır. Ruslara esir düşmüşlerdir. İlk esaret duraklarından birinde, Kars’tadırlar:

“Bizi istasyon salonuna aldılar.(…)Hem paramız yok, hem de yalnızca bol ekmeğe kavuşmak başka her şeyi unutturmuştu. Bende beş para olmadığını bilen Ahmet, çay, ekmek, peynir ısmarladı beraberce yedik. Mübalağa olmasın belki yediğimiz ekmek belki bir kilo kadardı. Öyle anlaşılıyor ki Sarıkamış muharebelerinde ve Sarıkamış’taki açlık iliklerimize kadar işlemişti. Herkes bizim gibi doymak bilmiyordu. Hatta bizim Ahmet Usta benden ayrılıp yer değiştirmek suretiyle üç defa kahvaltı ettiğini söylüyordu. Garsonlardan utandığı için fark etmesinler diye yer değiştiriyormuş”(sf. 135)

Sarıkamış felaketinin sebeplerinden biri de, ona göre şöyledir. Sadece bu noktayı düşünsek bile, durumun vahametini, ortamı anlayabiliriz:

“Askeri, bozuk yollardan, karda çamurda günde 40 kilometre yol almaya zorlamak büyük yanlıştı.” (sf. 123)

Sadece açlık, soğuk, hastalık, can kaybı mıdır yaşananlar. Ünlü romancılarımızdan Yakup Kadri Karaosmanoğlu; 31 Temmuz 1921 tarihli İkdam Gazetesi’nde yazar:

“Simav’da yangının tahribatı İstanbul’dakinden daha feci görünüyor. Bazen bir köyden ortada bir taş yığını görünüyor. Son muharebeler esnasında düşmanın yaktığı şehirleri, köyleri hesaba katmıyorum. Geçenlerde, bir ecnebi gazete muhabiri bütün harabeleri dolaştı, kömür olmuş kereste yığınlarına karışan insan kemiklerini ve göğüslerinden ağaçlara çivilenmiş kadın cesetlerini hep gördü. Bu kadın muhabir bu kadar fecai önünde az daha aklını kaybediyormuş. Yarın öbür gün bizim gideceğimiz Gördes bu facialar itibariyle ne Bilecik’ten, ne Söğütten, ne Simav’dan aşağıdır. Bahusus ki, düşman bu kasabayı sırf ruhunun vahşi heveslerini tatmin için yakmıştır.(…)

Simav halkı ve hükümet memurları, birkaç zamandan beri hep Gördes felaketzedelerine yardımla meşguldüler. Bununla beraber, ordaki ihtiyaçların henüz yüzde beşini tatmin edemediklerini söylüyorlar. Açlar şöyle böyle doyurulabilir, fakat çıplaklara giyecek nerden bulmalı? Nitekim Simav’a vardığımız gece Demirci ile muhabere ettik, oradan aldığımız malûmat bize Gördeslilerin en mübrem ihtiyaçlarından birini daha öğretti; bu da mesken ve eşya ihtiyacıdır. O meşhur halı memleketi halkı şimdi bizden oturmak için hasır ve barınmak için baraka istiyor. Kızılay bunların hepsine yetişebilecek mi? Heyhat, kıyısında bulunduğumuz bu sefalet deryasına onun verebileceği teselli bir damla gözyaşıdır.”  Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda(anı), İletişim Yay. Sf. 131

Hakaret, zulüm farklı şekillerde gelişir; envaiçeşit cendere vardır. Adam yerine konmayız. Kimileri indinde, fevkalade değersiz ve itibarsızızdır.

“Müttefik İşgal Ordusu zabitleri, bizi şimdiden Hindistan’ın ‘el sürülmezleri’ gibi bir muameleye tabi tutmuşlardı” der Yakup Kadri. İstanbul’daki bazı olaylar da bunu hissettirecektir.

Doktor Adnan, Ahmet Emin ve Yakup Kadri; Hilâlıahmer (Kızılay)ın paytonunda Sirkeci’den geçmektedir. İngiliz trafik polisi, irili ufaklı motorlu motorsuz birçok nakil vasıtası arasında, sert bir kol hareketi ve azarlama sesiyle yalnız onları durdurup, kenara çekilip beklemelerini emreder.  Pek öfkeli görünen memurdan, izahat almaya cesarete edemezler. Karşı kaldırımda Bir İngiliz yüzbaşısı vardır. İngilizce bilen Ahmet Emin’i ona gönderirler. Ahmet Emin’in, yüzbaşıya yaklaşmasıyla geri dönmesi bir olur. İngiliz zabiti, Ahmet Emin’e, ağzını açmaya vakit bırakmaksızın: ‘Bir Türk büyük Britanya Ordusu erkânından birine ne cüretle hitap edebilir?’ demiştir” (Sf. 34)

Soru sormak bile, bazen bir had(!) meselesidir. Fakat Büyük Türk Milleti’nden cevaplarını almışlardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi