Dünyanın doğum sancıları
Yaklaşık 1 yıl öncesini hatırlamaya çalışıyorum. Malum virüsle henüz haşır neşir olmadan hemen önceki zamanı.
Yine böyle kış mevsimiydi. Gazetelerde ve haber sitelerinde, çok uzaklarda bir yerde ortaya çıkan bir virüsten söz edilmeye başlanmıştı yeni yeni. Bu konudaki haberler günden güne yoğunlaşmaya başlasa da yine de içimize almamış ve hemhal olmamıştık onunla o zamanlar daha. Dolayısıyla uzaktı. Uzaklardaydı.
Kış mevsimlerini zaten hiçbir zaman sevmemişimdir. Geçen sene de, baharın yolunu gözlüyorken hatırlıyorum kendimi hatta. Fakat mart ayı, bahardan ziyade işte o virüsü getirip bırakmıştı bize bu kez. Telaşı, endişeyi, panik ve korkuyu… Nerede kalmıştı baharın güzelliği; çiçekleri ve neşesi? En sevdiğim mevsim, daha önce hiçbir zaman bu denli yaygın ve salgın bir şekilde yaşamadığımız bir dehşeti getirmişti şimdi. “Yaza geçer” diyorlardı.
Yaz mevsimlerini her zaman sevmişimdir. Geçen sene de, yazın yolunu gözlüyorken hatırlıyorum kendimi hatta. Ne var ki, suya düşen ve yüzme bilmeyen bir hayalden fazlası olmayacaktı, salgının yaza biteceği ümidi. Başından beri günlük tabloları istemsiz bir şekilde neredeyse ezberleyen birisi olarak, temmuz ayının ilk yarısındaki bir günün vaka -hasta- sayısı da gün gibi aklımda: 1003. Hala 4 basamaklılarda seyreden bu gidişatın karşısındaki yılgınlığımı ve hüsranımı hatırlıyorum o gün, net bir şekilde. Sonra o sevdiğim mevsim de bana hiç uğramadan geçti gitti işte, tıpkı ilkbahar gibi. Mesafeye uymak böylesi bir şeydi belki de; mevsimlerle, doğayla ve hayatla da arana engeller koymak.
“Vay be ne seneymiş 2020” derken, ikinci yarının çürük dallarına bağladık bu sefer de dileklerimizi ve çaputlarımızı. Belki bu ikinci yarının toprağı verimli çıkar ve dalları göğe uzanan ağaçlar yetiştirirdi, kim bilir. Kim bilir… Tüm esaslı tahminlerin birer fiyaskoya ve yanılgıya dönebileceğini yaşayarak görmüş olduk bu arada tabi. Ki tahminler, objektiflikten uzak olan temennilerle kola kola olan şeylermiş meğer. Onu da anladık. Ne çok şey anladık ve ne kadar çok değiştik zaten… İlişkilerin zayıflayan ve yer yer kopan bağlarının yerini alan bireysellik, yakın zamanda egoya, enaniyete ve bencilliğe dönüşmeye başlayacaktı belki de. Aralarında mesafe değil, dirsek teması bulunan kavramlardır bunlar çünkü. Yakın zamanda neye benzeyecek insan? Ki bunu hala görmüş değiliz henüz. Belki önümüzdeki yıl. Ve internetten yapılan alışverişler, verilen market ya da restoran siparişleri… Dükkanların yeri yok mudur yakın geleceğin içinde, nedir? Ömrün vefası olursa hep birlikte yaşayıp görürüz onu da.
Sonbaharda kalmıştık, değil mi? 2. Dalga tanımını yersiz bulduğumu en başta söylemeliyim. Ortada hiç bitmemiş olan bir ‘ilk dalga’ varken! Fakat o dalganın kabarıp yükseldiği bir tsunaminin etkisi vurmaya başladı günlük tabloların kıyılarına bu kez. Vurmaya… Yazın 10’lu sayılarda seyreden vefat sayıları artık 200’lere gelip dayanmıştı. Ve bugün, işte tam da bunları yazdığım 13 Aralık gününde 218 can kaybımız var.
Bir yanda aşı haberleri, bir yanda paket paket maske kutuları, kolonyadan ve dezenfektanlardan tahriş olmuş nazik ciltler ve sarsılmış bünyeler… ‘Aşı haberleri’ yazıverip geçiştirdiğime bakmayın bu arada. O kısım apayrı bir yazının konusu. Fakat şu kadarcığını söyleyeyim hemen: Konu hakkında hiçbir bilgisi ve yetkisi olmayan insanların kulaktan dolma teorilerle kaynattıkları bir cadı kazanına benzetiyorum bu işi artık. Derdin dermanı; hastalığın şifası bulunuyor ama bilimi küçümseyip aşağılama cehaleti, o sırada faile kendini akıllı ya da uyanık hissettiriyor sanırım. Aşıya ve bilime karşı değil, yandaşım kısacası.
Ve işte yine kış mevsimi. Tam 1 yıl öncesi gibi. Fakat onun gibi değil yine de. Artık malum virüsle tanışmış, yorulmuş, enfekte olmuş, ölmüş, bulaştırmış, maskeli ve mesafeli bir gezegendeyiz şimdi. Geçen seneki gibi değil. Daha önceki yıllar gibi de değil. Olmayacak. Artık farklıyız. Büyük değişimlere gebe olan Dünya’nın doğum sancıları mıdır yoksa bunlar?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.