Belanın gözde çocuğu
Mademki bu zamanda kükremeler, şişinmeler, hırsla toprağı eşinmeler, horoz, arada tavuk, bulada/ budala ötüşleri, d(ayı)lanmalar, çok geçerli.
İlle siyasette, mahallede değil, farklı mesleklerden Efendilikler, güç vehimleri, söz düelloları da olacak tabii.
Beynim canlı misallerle çalkalanırken, okuduğum bir romanda benzer sahnelere rastlamak hoşuma gitti.
Örnek; bir dönemin Amerika’sını, Mississippi nehri ile etrafındaki hayatı, buharlı gemileri ve mensuplarını renkli sahnelerle anlatan, kendisi de gemi kaptanlığı yapmış olan Mark Twain’in (1835-1910) “Mississippi’de Hayat” romanından.
Kitapta, buharlı gemilerde çalışan bazı karakterler de yer almaktadır. Mesela ellerinde teneke bardaklar ve elden ele gezdirdikleri bir maşrapa olan, kaba saba görünüşlü, şarkı adına böğüren, şarkıları bittiğinde Kızılderili savaş çığlığı atan kişilerdir bunlar. Birbirlerine meydan okumaları, kavga hazırlıkları davetleri, palavracılıkları, bela(lı)ya teşnelikleri ilginçtir:
“Heeeyyytt! Bana Arkansaw’ın vahşi ormanlarından gelen çenesi demirden, gövdesi tunçtan midesi bakırdan yapılmış ceset çiğneyen derler! -Bana bakın! Ani Ölüm ve General Yokedici dedikleri adamım ben! Kasırganın efendim deyip önünde eğildiği, depremin lanetlediği, koleranın üvey kardeşi, ana tarafından suçiçeğinin yakın akrabası bir adamım ben! Hastaysam da sepet sepet çıngıraklı yılanla beraber bir de ceset indiririm mideye! (…)
Yaşayan en vahşi kedinin en kana susamış oğluyum ben!”
Bunun üzerine, hırgürü başlatmış ve kendini “belanın gözde çocuğu” diye tanımlamış olan diğer adam; “geniş kenarlı eski şapkasını sağ gözünün üstüne yatırdı; sonra sırtını kamburlaştırıp sağ yanına doğru kaykıldı, omuzlarını düşürüp öne doğru eğildi.(…) küçük bir daire içinde yaklaşık üç kere sağına soluna döndü. Ardından dikleşti ve zıplayıp topuklarını üç kere birbirine çarptı(bu herkesi neşelendirdi) ve yeniden parlayıp şöyle bağırdı-
“Heeeyyyttt! Boynunuzu eğip savulun bakalım, çünkü ıstırabın saltanatı yaklaşıyor! Heeeyyyttttt! Ben bir günah çocuğuyum, başlatmayın beni! Alın, hepinize isli camlar. Sakın ha bana çıplak gözle bakmaya yeltenmeyin beyler! Ben keyfim yerinde olduğunda boylamların meridyenlerinden ve enlemlerin paralellerinden ağ yapar, balina avlamak için Atlantik Okyanusu’nu tararım! Ben kafamı yıldırımla kaşır, gök gürültüsünün mırıltısıyla uykuya dalarım! Üşüdüğümde Meksika Körfezi’ni safraya dönüştürüp içinde yıkanırım; sıcak bastığında kendimi gündönümü fırtınasıyla yelpazelerim; susadığımda yukarı uzanıp bir bulutun suyunu sünger gibi emip kuruturum; karnım açken dünyayı dolaşırsam izlerimi takip edip kıtlık gelir peşim sıra! Heeyyttt! Boynunuzu eğip savulun! Ben elimi güneşin yüzüne dayayıp geceyi getiririm dünyaya; ben aydan bir ısırık alıp mevsimlere hız veririm(….)”
Amerikan Rüyası, emperyalist boy gösterisi de karışıverir cümlelere:
“Ben taş kalpli ve demir eriten bağırsakları olan adamım! Yalnız kalmış toplulukları kılıçtan geçirmek boş zamanlarımın eğlencesi, milletlerin yok edilmesi hayatımın en ciddi meşgalesidir benim! Büyük Amerikan çölünün sınırsız enginliği benim etrafı çevrili mülkümdür ve ben ölülerimi kendi mülkümün içine gömerim!”
…
Bu kadar şey gördük, duyduk bildikten(!) sonra insan hevesleniyor doğrusu.
İçimde kalmasın, bir de benceğiz meydan okuyayım, racon da neyin nesiymiş bir de ben keseyim dedim.
Fakat evdeki beyefendi köpürdü; Hüsniye yürü mutfağa, sen soğan kes, marş m(arş)! diye emretti.
“Dağ başını duman almış
Yürüyelim arkadaşlar.
Güneş ufuktan şimdi doğaaar”
Ne yapalım; Aşçısın sen aşçı kal. Giy dedi önlüğü tulumları.
Kestim kestim kestim. Bu arada bir yemek s(alladım), lâf salatası yaptım.
Eyy Beyy Heyy diye mutfak malzemelerine bağırdım çağırdım. Kızdım ve üç beş biber, patates kızarttım.
Maşa ve oyacak kimse olmadığı için, kombinin düğmesini kurcaladım hır(pala)dım.
Kelem(lahana) görüp, KALEME kelama dönüşür mü diye bekledim ümitlendim.
Mey sözcüğü aklıma geldi aniden, mutfak masasına sızdım kaldım.
Ama rüyamda erkekçe, KİMleri astım kestim indirdim devirdim bindirdim, haraca kestim. Arslanların şahı kesildim.
Ne fütuhatlar yaptım, övünmek gibi olmasın, lidermişim, giderayak bir kaç memleket de fethediverdim.
Kalın, bet sesimle meçhul, yüzünü seçemediğim birine, artık kimden arakladımsa (biliyorsunuz ülkede çalıp çırp(ın)malar çarpmalar moda, çok gidiyoo..) “İstanbul’um Karaman’ım, Bağdat’ım, Horasan’ım…” diye höykürdüm.
Sağa sola yumruk sallamaktan elim nasırlaştı. Söz yetiştirmekten dilim dolaştı.
Sakalımı karıştırdım, bıyıklarını yukarı fazla burmuş çekmişim, kaşıma değmiş (ortada kadın da yoktu ya neyse); sarığımı börkümü şapkamı düzelttim.
Hayali briyantinler sürdüm. Berberlere sandalye fırlattım. Tırlattım.
Üç beş gâvurcuk hırlattım mırlattım.
Anladım ki Belanın Gözde Sert Çocuğu Bay Amerika değil, Benmişim.
Sonra çorbama avuç avuç kelime katıp karıştırdım. Daha sonra…
Hiçç!
Yatıştım.
Bu yazının tadı tuzu iyi mi dersiniz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.