Başkasının ayıbı
Çok eski bir zamanda yaşamış olan birisinin, ne denli güzel bir ahlaka sahip olduğunu anlatan bir hikayecikle başlamak istiyorum, ilkin. Başkalarının kusurlarını, kendi ayıbı ve açığıymış gibi örten anaç yapılı ve babacan tavırlı, bana sorarsanız kamil mizaçlı ve erdemli bir ‘bakkal amca’nın yaptığına bakın şimdi…
Amcamız, kendisine ait olan sinekli bir bakkal dükkanında müşteri beklemektedir o gün yine, her zaman yaptığı gibi. Dükkana, 12-13 yaşlarında, ergenliğe yeni yeni adım atan, sivilceli, tombul ve pek mahcup suratıyla bir kızcağız gelir sonra. Annesinin siparişi olan öteberiyi alıp kasaya yaklaşırken, hiç olmayacak bir şeyi yapıp, sesli bir şekilde gaz kaçırıverir aniden. Düşünebiliyor musunuz, böylesi utanç duyuracak bir şey yapılıveriyor işte, halihazırdaki bunalımlı ve zaten son derece utangaç olan bir yeni yetme tarafından.
Tabi bizimkinin alı al, moru mor… Keşke o an yer yarılsa da içine girse! Neden bir anda zerrelerine ayrışıp da toz olup yok oluveremiyor, sanki? Yapacak hiçbir şey de yok üstelik. Bir an önce alışverişin bedelini ödeyip, o mahalleye bir daha ayak basmamalı, bari.
Tabi neler neler görmüş geçirmiş olan bilge adam, yani bizim bakkal amca da, durumun elbette ki farkında. “Kaç para?” diye sorulan soruya, “Ne diyorsun sen kızım? Benim kulaklarım çok ağır işitir, bağır biraz!” diye cevap veriyor. İçeriden dışarıya taşacak kadar dolu bir “Ohhh…” “Şansa bak! O halde o talihsiz anı da kaçırdı, amcanın bu sağır kulakları. Duymadı, fark etmedi, anlamadı!” Kızın etekleri zil çaldı. Ne çok rahatladı içi, bilemezsiniz.
Elbette ki, aslında kulaklarıyla ilgili hiçbir sorunu olmayan adam, sırf kızın utancına engel olmak için anında tasarlayıp sahnelediği o küçük tiyatro oyunu sayesinde, adını göklere altın harflerle yazdırdı, o anda. Kusurları öyle örtüp kapatmak, El Settar esmasının, adam üzerindeki yansımasıydı zaten. Evet, onun bir Allah dostu olduğu söylenir, hem. Aslında dini bir menkıbede geçen ve o bakkal amcanın maneviyatı için bir dönüm noktası ve atlama basamağı olarak aktarılan bir kesiti anlattım ben. O günden sonra, onun adını övgüyle duymayan bir gök kubbe sakini de kalmamış, nitekim. İşte böyle…
Demek başkasının kusurunu ve ayıbını örtmede gece gibi olmak, Hz. Mevlana’nın da verdiği bir insanlık ve yaşam nasihati olacak denli önemli ve olmazsa olmazdı.
Peki ya bizler bugün bu ayıp, açık ve kusur örtücülüğün; bu erdemin ve güzel ahlakın neresindeyiz diye düşünmeden edemedim, geçende bu hikayeciği bir vesileyle yad ettiğimde. “İnsanlık hali” ya da “Beşerdir, elbet şaşar” deyip de hoş görüp geçiveremediğimiz herhangi bir çirkinlik ya da istenmeyen hal, bir başkasının üzerinde izlenince, bunu o kişinin yüzüne acıtıcı bir tokat gibi vurmada pek geri kalmıyoruz, çoğumuz. Başkasının ‘çok kötü ter kokması’ mı dersiniz, konuşurken ya da gülerken ağzından tükürük sıçratmalarını mı? Tüm bunların ne kadar da iğrenç, tiksinç ve mide bulandırıcı olduğunu, söz konusu durum ya da eylemlerin faillerine elbette ki, onu rencide etme pahasına hiç çekinmeden söyleyebilir ve hatta suratına karşı bas bas bağırabiliriz de. Ne de olsa savunmamız gayet sağlam ve geçerli: e o da bizi rahatsız etti!... Savunmaya bakalım şimdi tekrar: rahatsız olmak. Çünkü bizler krallar ve kraliçeleriz ve eteğimize toz konmamalı elbet. O halde ödesin bedelini! Ödeyecek! Varsın yerin dibine geçsin, kendine utanç dolu cehennem çukurlarından birini beğensin! Bizi hiç ilgilendirmez. “Hak etti azizim, hak etti…” Yüzüne vurmak lazım. E rahatsız etti bizi bir defa, düştüğü bir anlık insani gafleti yüzünden. Ne de olsa bizim başımıza, tüm o istenmeyen durumların hiç birisi gelemez. Çünkü bizler son derece temiz, güzel ve akıllıyız. O da öyle olsaydı, ne yapalım.
Yaa işte böyle… Baştaki güzel ahlak timsali davranış, o incelik ve iyi niyet nerede, bugün acımasızca ve ilkelce yapılan kusur çığırtkanlıkları nerede? Kusur örtmenin değil ama insanlığın gecesinde; en zifiri karanlığında ve kaybolmuşluğundayız bizler şimdi galiba.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.