Umutlar ve gerçekler
Doris Lessing, hani şu genç değil geç yaşta Nobel ödülü alan yazar, Anılar isimli otobiyografisinde, 2. Dünya Savaşı esnasındaki izlenimlerini anlatırken; artık bir daha savaş görmeyeceğini, insanların bütün o yaşanan dehşet, yıkım, utanç günlerinden senelerinden sonra; sefilliğe, karmaşa, ziyankârlığa ve zulme katlanamayacağını, belki akıllanacağını, izin vermeyeceğini söyler. Ama hemen ardından Kore Savaşı gerçekleşmiştir.
Sonra lekeli kara bir zincir gibi, hep ümitleri yıkarak, ardında ebedî ve nafile bir barış çağrısı bırakarak; en medeni demokratik, gelecekten umutvar vs. olduğumuzu iddia ettiğimiz çağlarda da harpler gizli aşikâr, soğuk sıcak, türlü şekillerde devam edecektir. Sulh, ideolojik talih kuşu, erişilmez, samimiyetsiz bir hayal olarak başımıza geçecektir.
Batı cephesini bir yana bırakırsak; Doğu cephesinde hiç tahmin etmeyeceğimiz hadiseler gelişmekte; İslami toplumların genel görüntüsü endişelendirmektedir.
Arkasında bütün Haçlı dursa bile; El Kaide’den, Taliban’dan sonra “İslamcı” diye telakki edilen (piyon-maşa ne derseniz deyin) takıma yeni ilaveler yapılacağını, hele İŞİD mezalimini, şimdi yeni FETÖ bat(ağını), atağını, boyutlarını hayal dahi edememiştik.
Görünürde Hilal-Haç birbirine karıştı, Müslüman imajı birden değişti ve kirlendi.
İslâm bir ruh zenginliği, yükseliş göstergesi değil de, kan dökücü ve çağa sözsüz, bilgiden yoksun bir hüviyetle, “kendimiz” tarafından takdim edildi.
Böylesi bir dönüşümü, en başta inanç ihanetini; terör kılıfında bile olsa hiçbir zaman düşünemezdik.
Bu olgu, inançsızlığı körükleyen, üst üste gelen şoklarla dünyayı başımıza yıkan bir fecaat atmosferini de meydana getiriyor ve yaşam enerjisini derinden etkileyip kesiyordu.
İnancı hakikatiyle yaşamak zorlaştığı gibi, “inanç, akide” kalıplanıyor, maskeleşiyor, kullanılıp çıkarılıp atılabilir hale geliyordu. Belki yarınsız yaşamalar zuhur ediyordu.
Hem dünya zamanında, geleceğe olan kısa süreli umutsuzluk.. ve hem de uzun vade de esasen ahiret(ceza, mükafat) inancının, Büyük Mahkeme’ye olan imanın zedelenmesi söz konusuydu.
Huzura nasıl çıkacağımız, yüz karaları önemsizdi, bu âlemin rüzgârıyla her şey mümkün ve geçiştirilebilirdi.
Her gün gelenekle, mazimiz ve kültürümüzle ilgili aramızda yeni bir bağ koparken, sabiteler, gerçekler, hakikat belirsizleşip, muğlak hale geliyor. Manevî hayat sönükleştiği gibi, dünyevînin cenderesi, tahakkümü altına giriyordu.
Müslümanız elhamdülillah. Ancak birbirimize mesela, en azından şu zamanda ne derece güvenebiliriz. Ve karşı taraf, gönül genişliğiyle bize itimat besleyebilirler mi?
Ruhî ve fikrî bir iltihaplanma, cerahat mevcut; “öz” muhafaza edilemiyor ki bu İblisane eylemler ortaya dökülüyor, oyuncak konumuna geliniyor.
Kandıran kandırana, başta dünya tarafından devamlı aldanılıyor. Kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Allah’a, Peygamber’e (SAV) gerçekten inanmış, mümin hassasiyetine ve haysiyetine sahip toplumlar gittikçe yaygınlaşan ve dozunu arttıran bu kötülükleri işleyebilirler mi?
Sorumsuz ve neticede Allah’a kafa tutan günah eylemini, suçu, neredeyse bir kâfir gibi severek zevkle tereddütsüz hayata geçirebilirler mi?
“Emanete” hıyanet ettik mi bir kere?
Doğru cevaplanması icabeden temel soru budur.
Mevcut tablo, sadece “dış güçlerin baskısına, üzerimizdeki tasallutuna”, şer eğilimlerine filan bağlanabilir mi?
Bu kadar iradesizsek, güçsüzsek; herhalde bizim de payımıza düşen hata, sorumluluk hissesi bulunmalı. Hesaplar verilmeli.
Ortadaki hasar nasıl onarılacak; şevketli haşmetli bir istikbale, istiklale nasıl kavuşulacak.
Buna kafa kim yoracak; sürüklenip giderken, kim fikir çilesine ve soylu eylemlere talip olacak?
Kurtuluşu da mı, şu bizim “Dış güçlere” bırakacağız.
Gerekirse sonra yine her taşın altında Haçlı ararız. Sayısız günah keçisi bulur, tararız.
İşte bağırıyorum: KAHROLSUN HAÇLILAR!
Fakat bu bizi mesuliyetten, kulluk imtihanından, insanlık yükünden(!) kurtarır mı?
Arındırır mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.