Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Türbenin Önünde

Türbenin Önünde

Ertesi gün kasabadan ayrılacaklar. Gelmişken, civardaki birkaç yeri de gezecekler. Zihninde canlanan, bastıran bir hatıralar cümbüşü, ille okul sıraları…
 İçine sinmeyecek. Sabah otelde kahvaltısını yaptıktan sonra ilk iş, Uzun Çarşı’daki dükkâna uğruyor.
“Mazi çiçeğiyle”, yedi seneden beri görüşmediler. Kalfa, eve telefon açıp, “eski bir arkadaşının” geldiğini söylüyor Eczacı Çiğdem’e. Telefonda birkaç kucaklaşma cümlesinden sonra, gün içinde, saat tespit edip, mutlaka buluşmaya karar veriyorlar. Çiğdem onu arayıp bulacak.
Feridun’u serbest bırakmış (bazı erkekler tatilde uyku çekmeyi seviyor), tek başına sokaklarda geziyor. Bir kasaba, bir uzak geçmiş ve bir kendisi. Hususî bir ağırlığı, ancak şahsı taşıyabilir. Ya da bazı dakikalarda sevdiklerine bile değil, sadece yüksek(!) şahsiyetine dayanabilir.
(Düşünceler, hayaller, yer(in)e göre tespitler. Yürüdükçe, zamanı arşınladıkça seninle gider)
Çok şey farklılaşmış, ayrıksılaşmış; en başta kendisi. Hükümsüzdür, çocukluğuna, eski günlere dönemez. Ölenler gitti. Esasen kimin yaşayıp, kimin sağlam kaldığına, sahtelikler ve hakikatler konusunda kiminde şüpheye düşüyor.
Ama mekân ve insanlar fazlaca hayal kırıklığına uğratmıyor.
Şimdinin o harap, gözden düşmüş, terk olmuş, münzevi solgun resmi yerine; mazinin muhafazalı, mutlaka bir haşmeti, azameti barındıran, sabit sihirli bir kalemle boyanmış, oynanmış manzaraları geçiyor.
Dayanılmaz çelişki, zıtlık, hayalin marifeti maharetiyle çevriliyor; boşluklar doldurulup, sarkanlar derlenip toparlanıyor. Bir manzara, bir mekân, bazı çizgi ve noktalar sanki hiç yeni bir duruma girmiyor. Âdeta hep aynı kalan, değişmez bir “öz” var. O mesela ne yapıp edip, hâl’i perdeleyip ilçenin yeni görüntüsüyle birleşiyor, yine eski masalsı destansı hüviyetine bürünüyor.
Ve şaşmaz, sarsılmaz bir yapı olarak el değmedik, bozulmaz, kurgulu, büsbütün vazgeçilmez bir kasaba tekrar doğuyor. Suna’nın yaşadığınca da varlığını sürdürecek.
Belki de bütün şahitliklerinde, görgülerinde tek bozulmaz bir “şeyi”, gerçekliği seçiyor.

Gezerken, bir davetin tesiriyle, Feridun’la beraber Güzelören’in Şeker Baba Türbesi’ne yolu düşürüyorlar.
Büyülü bir tepenin üzerinde yükseliyor türbe. Seneler önce Yol geçirilmek, düzlenmek istenmiş, fakat makineler kırılmış. İşgüzar mühendisin rüyasına girilip, korkutulmuş. Akla sığmaz bazı işler gerçekleşerek, neticede türbe bütün haşmetiyle mevcudiyetini korumuş.
 Varlığını yine sürdürüyor ancak bu defa yetkililerce ısrar edilerek, türbeciğin az ilerisinden yol geçirilmiş. Zor buldular; küçük, gözden kaçacak, eskiden bilmeselerdi muhtemelen hiç görmeyecekleri bir levha: “Şeker Baba”.
Feridun’un neşesine karşılık, genellikle Suna susuyor. Derûni bir hacim, bakış açısı genişlemesi. Sayısız kuş, etrafa aşk nağmeleri yayıyor. Tabiat coşkun, maddî mi manevî mi belirsiz, türlü rayihalar yağdırıyor.
Çocukken büyüklüğünün farkına varmamıştı. Türbe önünden, geçiştirilmiş bir Fatiha’yla, bindiği taşıtla hızla geçer giderdi. Genç kadın için bazı gerçekler o vakitler sönüktü, hâlbuki şu an parlıyor.
Mescitte vakit namazını kılıyor, ziyaretlerini yapıyorlar. Herhalde ilçeye seyrek gittiklerinden olacak, daha önceki ziyaretlerinde hiç türbedara rastlamamışlardı.
Hâlbuki şimdi Hasan Amca’yla karşılaştılar. Önden Suna, ardından Feridun elini öpüyor. Saygı uyandıran zat, 37 senedir burada, Eren’in hizmetinde olduğunu söylüyor. Civar köylerden birinde yaşıyormuş. Karı-kocaya çay içirmek için üsteliyor.
Yaşsız ve fevkalâde şaşırtıcı; çünkü sırrını çözemese de Suna’ya, has bir delikanlı gibi yakışıklı gözüküyor. Üstündeki, Anadolu köylerine has şalvarımsı bol pantolon; yakasız gömlek ve siyah yelek oldukça yıpranmış. Kirlilik hissi de uyandırabilir ancak nedense bu izlenimi vermiyor.
 Çok ilginçtir ruhanî bir temizlik, hepsini silip arıtıyor. Çevresi; modern giysileri, kişisel bakımları, çağdaş itinalarına rağmen Suna üzerinde bu hissiyatı sağlamıyor; bilâkis gizli, yoğunlaşmış bir pisliğin sinsi darbeleriyle kadını huzursuzlaştırıyordu.
80’nini aşmış ihtiyar, her hâliyle ruha dokunuyor, gülüyor. Ve türbeye, atmosfere fazlasıyla yakışıyor.
Feridun’a göre daha ziyade tesir altında kaldığını sanıyor. Çifte bir manevî etki var gibi. Hem doğrudan Pir’den, hem soylu hizmetkârdan.
Hasan Dede’de müşfik, iç okuyan “Pir” bakışları. Suna onun sırları çözdüğü, bildiği duygusunda.

Düşünüyordu. Muhabbet, bağlantı arttıkça; bir tad, keşif imkânı da çoğalıyordu. Ötelerin vaatleri heyecanlandırıcıydı. Ve insanı, günün herhangi bir saatinde daldığı uykusundan, ruhunu gömdüğü kumdan uyandırıyor, irkiltip ürpertip bir gönül buluşmasına çağırıyordu. Yahut öte’den (beri) kurulmuş bir bağ, hüviyetini açığa çıkarıyordu.
 Tüm dünyanın üstündeki sessiz, saadetli bir görüntü ve hayat güzelliği. Bu güzellik hissini, görüşmeleri boyunca, hatta ayrıldıktan sonra da hep duydu. Nasıl, neyle bağdaştırılır, uyuşturulur bilemiyor. Gariptir ama böyle.
Birden hatırına geliyor, aklından kayıp gitmiş. Çiğdem telefon edecekti. O zaman bu ender zevk, kolay ele geçmeyecek, kendilerinden kısmen çıkabildikleri bağışlanmış vakit, bıçak gibi kesilecek ve dönüş için acele edilerek, apar topar tepe-yokuş aşağı “inilecekti”.
Çiğdem’i aradığına pişman oluyor, kızı seviyor dertleşip halleşmek de istemişti, fakat şimdi çok kıymetli, kutsal bir iklimden mahrum kalmaktan, himmet yerine buğdayı tercih etmekten, yaman bir ayrılıktan korkuyor.
Aniden bütün iştahı kaçtı. Bıçak kesiği, ince bir sızı… Bereket, telefon çalmıyor. Şöyle bir kontrol etti, arayan yok, ferahlıyor. Yalnızca bir saat evvel, türbeye varmadan önce Ankara’dan muzip bir arkadaşı katıldığı mitingden telefon açmış, çıkan gürültüyü dinletmişti. Muhtemelen sabah, gripli bir sesle konuşan Çiğdem’in görüşmeye mecali bulunmuyordu veya bir işi, vazgeçmesini gerektiren bir hadise çıktı.
Türbedar Amca, Feridun ile sohbeti hararetle sürdürüyor. Belediye Başkanı’ndan memnun değilmiş. Elektriğini kestirmeye kalktığını, bazı zorluklar çıkardığını; yeni yol geçtikten sonra gereken düzenlemeler yapılmadığı, giriş belirsizleştiği için, ziyaretçilerin azaldığını anlatıyor.
Masraflar için ufak bir yardım yapıyor Feridun. Ziyaretleri uzadıkça uzuyor.
Kalemsiz yazılar iniyor yüreklerine. Kalpte Şeker Baba resimleri, mukaddes bir silsilenin alâmetleri…
Kasabaya geri dönerken, arabada kocası “Hazretin de gönlü olmasaydı, buraya gelemezdik” diyor. Sözü dönüp dolaştırıp, ikide bir kutlu ziyarete getiriyorlar. Bahis de, doyamadıkları müstesna bir zevk.

Hafif bir hüzün çöreklenmiş, ama iç rahatlığının sindiği bir akşam yemeğinden sonra otele geçtiler. Çiğdem’den hiç ses çıkmamıştı. Gelişmelerden memnun olsa da, Suna kızı merak etmiyor değil. Geçmiş senelerdeki kısa süreli ziyaretlerinde, genellikle dükkânda hoş beş ettiklerinden evinin numarasını almamıştı. Belki sabah yola çıkmadan önce vefakâr Çiğdem uğurlamaya gelirdi.
Saat 22.20’da kaldıkları odanın telefonu çalındı. Çiğdemdi. Defalarca Suna’ya aramış, bulamamıştı. Üstelik otele de zahmet edip gelmişti. Müsaitlerse evine çaya çağırıyordu.
 Hasta kızı da tedirgin etmişlerdi, Suna binbir mahcubiyetle teşekkür etti, mazur görsündü, inşallah daha uygun bir zamanda geleceklerdi.
 Arada telefonu da yokluyorlardı. Hayır, ihmalkâr Suna’nın, cep telefonu kapalı değildi. Ancak arandığına dair hiçbir emare görülmüyordu. Çiğdem onun numarasını tekrar çevirdi, ses yoktu.
Feridun eşini aradı; aynı sonuç. Acaba Çiğdem’in telefonunda mı bir problem vardı? Oysa yeni aldığı Feridun’un numarasına rahatça erişmişti. Mesele Suna’nın telefonundaydı. Bir noktadan sonra iletişim kopmuştu.
Feridun karısının telefonunu kapadı, sonra açtı. İşte nihayet çalışıyordu. Özür ve teşekkürlerini tekrarlayarak, Çiğdem’i sabah kahvaltısına davet ettiler.
Feridun; düşünceli, hayretler içindeki karısına gülerek: “Hâlâ anlamadın mı?” dedi. “Şeker Baba, teknoloji bize işlemez, bağlantıya devam cevabını verdi. Selâm gönderdi.”
Tepede saatler hiç çalışmamış, bir âlem öne çıkmış, fenayı yıkmıştı. Dışarıyla bağlantı kesilerek; bire bir muhabbette, uhrevî bir zamanda konaklamışlardı. Keşke ebediyen kalsalardı.
 Gece yatarken, kolay kıyaslanmayacak bir lezzetle türbe(dar), yaşadıkları iç içe geçip gözünde canlanıyor Suna’nın. Kol kanat gerilmesi gibi, sevmeli; bir yerlerin “arısı, kuşu, böceği” uzantısı olduğuna dair uçurucu bir his…
İzler… Dilinde Allah adı, bir lahza mâsivâyı çiğniyor. Bir intikal, ruhî amiller ve fiilî bir netice söz konusu.
Göklerin heybetine karışmış Türbe üstün; dünyayı iptal etmiş ayakları altındaki gafillere, fanilere hikmetle gülüyor.
 Evet, biliyor, perde yıkılmadı daha. Türbenin önünde, eşikteler.
 Kapıya vuruyor Suna. Ah, bir girselerdi.
Göğe dost, yıldızlı, kaygan basamaklar. Heyecanlı. Ah, bir çıksalardı.
Ona yeşil yeşil bakan, cezp edici Şeker Baba zamanları. Sevda yeli.
 İçi(nde) bir Türbe, şırıl şırıl akan bir dere.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi