Tarihten bir karantina hikâyesi
Sıkıntılı dönemlerden geçtiğimiz, salgın ve karantina uygulaması yaşanan bugünlerde, size ilginç bir karantina hikâyesi...
Osmanlığı İmparatorluğu, haşmet ve azametli devirleri artık geride bırakmıştır 1720’lerde, Lale Devrinde…
Siyasî güç ve dengelerin değişmesi sonucu, bir takım zaruretler doğmuştur. Bazı Batı ülkeleriyle dostane(!) ilişkiler kurulacaktır mesela. Biri de, Fransa ile gerçekleşecektir. Çelebi Mehmet Efendi, Paris’e elçi olarak gönderilecek, ülkede bir sene kalacaktır.
Gençliğinde Yeniçeri ocağına girmiş, orada yirmi sekizinci ortaya mensup olduğu için Yirmisekiz Çelebi adıyla ün yapan Mehmet Çelebi, intiba ile tespitlerini, “Paris Sefâretnâmesi” adıyla kaleme almış ve devrin Padişahı Sultan III. Ahmet’e sunmuştur.
Seçkin yazarlarımızdan Ahmet Hamdi Tanpınar, bahsi geçen Sefâretnâmesi için ‘Hiçbir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük sefâretnâme kadar mühim bir yer tutmaz. Okuyucu üzerinde Binbir Gece’ye iklim ve mahiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikaten bu sefâretnâmede bütün bir program gizlidir.” demektedir.
Mehmet Çelebi ve Osmanlı heyeti, bu seyahat esnasında yöneticiler ve halk tarafından, sıra dışı bir alâkaya mazhar olmuştur. Osmanlı nasıldır, görülmek, bilinmek arzulanır. Şehir sosyetesi, halk sokaklara dökülür. Yazar, durumu şöyle anlatır:
“… Yine kadın ve erkekler, kimi ziyaret, kimileri de bizi seyretmek için kalabalık gruplar halinde içeriye, yanımıza geldiler. Özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve görmek istiyorlardı. ‘Filan kimsenin kızı veya karısıdır, siz yemek yerken, seyretmek için izninizi rica ediyorlar.’ diye çeşitli haberler geliyordu. Bunlardan birçoğunu geri çeviremiyor, mecburen yanımıza gelmelerine izin veriyorduk. Perhiz vakitlerine rastladığı için kendileri yemek yemiyorlar, sofra kenarına geçip bizi seyrediyordu. Böyle bir duruma hiç alışık olmadığımız için, bize çok ağır geliyordu; sadece hatırları kırılmasın diye sabrediyorduk.”
Yalnız, talihsiz bir olayla; Fransa’nın güney sahillerinden Marsilya’da kendini gösteren veba salgını yüzünden, heyetimize, Osmanlı ülkesinde henüz bilinmeyen bir karantina uygulanır.
Şimdi “Tercüman 1001 Temel Eser” dizisinde yayınlanan, Abdullah Uçman’ın hazırladığı, “Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefâretnâmesi” eserine bir göz atalım. Ve Çelebimize kulak verelim:
“…Bizim buraya ayak bastığımız sırada Allah’ın emriyle Marsilya’da da büyük bir veba salgını çıkmış ve aşağı yukarı 80 bin kişi ölüp gitmiş.
Salgın Provanca şehrine de yayılmış. Tulon da buraya bağlı olduğundan, halk, hastalığın da kendilerine bulaşacağı korkusuyla, yabancılara otuz-kırk gün geçmeden yanaşmıyordu. Bu ayrı durma günlerine ‘Nazarto’ ve ‘Karantina’ diyorlar. Bu yüzden, bizi karşılamaya gelenlerin hiç biri kalyona çıkmadı, karşıdan karşıya konuşmakla yetinip, özür dilediler. Akşama yakın saatlerde meyve, şekerleme ve sebze cinsinden bir sürü yiyecek getirip kalyonumuza bıraktılar.
Ertesi cumartesi günü, donanmalarının ve halkının idaresine bakmakla görevli şehrin valisi bir sandal içinde kalyonumuza yanaşıp usulen karşılama törenini yerine getirdi. Alınan tedbirler yüzünden yanımıza gelemediği için de affını rica etti. ‘Şehir dışında Kral’ımızın bahçesi sizler için döşenip hazırlanmıştır.’ diyerek, bizi bahçeye davet edip, sevinç içinde yanımızdan ayrıldı.” (Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Sefâretnâmesi, 1001 Temel Eser)
Fakat Paris’e gitmek zorlaşmıştır. Kara yoluyla gitmek, ev sahiplerine de büyük güçlükler külfetler yükleyecektir, neticede deniz yolu tercih edilir. “Safer ayının 10. Salı günü, Sete kalesi limanına girilir.
“Kale Zabiti hemen gemimizin yanına gelip: ‘Hoş geldiniz’ dedikten sonra ‘Sarayınız hazırdır, bu gece gemiler temin ederiz, yarın sabah erkenden şeref verirsiniz.’ dediler.
Meğer hazırladıkları yer, üç saat uzaklıkta Montpellier şehri karşısında küçük bir adada viran bir kilise binasıymış. Karadan yolu olmadığı için, ertesi gün sabah erken saatlerde, hazırladıkları gemiye bindik. Yanımızda eşyalarımız ve kafile halkımız da bulunuyordu. İkindi sıralarında adaya gelebildik.
Meğerse bu millet hastalıktan aşırı derecede korkuyormuş. Gittiğimiz kilise boş bir yerdi, hemen hiç gelen giden olmuyordu. Bu yüzden burasını karantina için uygun görmüşler. Biz de bilmeyerek gelmiş bulunduk, geri dönmek de oldukça zordu. Bu durumda kendi aramızda çeşitli fikirler yürüttük sonra, sabretmekten başka daha iyi bir çare bulamadık.(…)
Tam kırk gün tamamlanıncaya kadar o sıkıntı verici karantina bölgesinde kaldık. Süremiz dolunca, bizim için sağlamış oldukları gemiler geldi.”
Mehmet Efendi, Fransa’da gördüğü mimari yapıları, “ülke içinde kanal açma, bunlara çevreden su toplama, kanallar içinde gemi yüzdürme vb. fennî işlerdeki başarılarını hayranlık ve şaşkınlıkla seyreder.”
Durum şimdi de fazla değişmedi aslında. Batı Dünyası (başarıyla) işliyor, bizse sadece hayret ve taklitle (zafiyetlerimizle baş başa, hükümsüz) kalakalıyoruz.
Hâlâ bakıyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.