Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Profesör Dedi ki: Leylim Ley!

Profesör Dedi ki: Leylim Ley!

Yeni halkalar eklenen bir zincire, farklı bir koroya şahit oluyoruz son günlerde. Her sahada değerlerin didik didik edilmesi, hayatla aradaki mesafelerin açılması, maneviyata dair tatbikatın azalması… Geleneğin sürekli sorgulanarak ve hep bir yönde toplanan yorum, hatta dayatma, baskı sayılacak vurgularla, kuşku yaratan bir hedefe hizmet edilmesi. Bilhassa dinî mevzularda bulamaç düşünceler, tarihî olayları aktarırken yapılan cambazlıklar, aydınlatma yerine karartmalar…

Hadiselerle bu kadar oynamak, geleneği kırmak, sonuçta sabit ve kadim değerlere ucu giden bir germeyi, şüpheyi davet ediyor ve güvenirliği zedeliyor. Müslüman, artık inancından hiç bir zaman tam emin olamayacak ya da sürekli müdafaada, kaygıda ve alacakaranlıkta, şaşırıp kalacak. Arada; bağlanamayacak, inancı üstün olmayacak.

Geçenlerde rastladığım bir profesör, bana bu hissiyatı duyurdu. Bazı sözlerinden örnek veriyorum. Dedi ki: “Kur’an da başörtüsü yoktur”. Fakat (her şeye rağmen) örtenlere de (biz lütfen/ kerhen) saygı gösteririz.

“Müslüman bir hanım, tıpkı Müslüman bir erkek gibi kitap ehli, yabancı bir erkekle evlenebilir; hiçbir sakıncası yoktur. Dinimiz bu kadar katı mı canım”. Bu noktada profesörümüz, “kadınların erkekler üzerine hâkimiyetinden” söz ediyor. Yani kızlarımız, yabancı damatları çevirebilir, arzu ettiği gibi dönüştürebilirmiş. Dinî mahzur bir tarafa; söz gelişi süslü şair sözünde, edebiyatta da kadınlar “tapılacak varlıklar” olarak görülmüştür. Dünyayı ve mevcut katı uygulamalarıysa hepimiz biliyoruz.

Daha neler… Anladığıma göre, “İmam nikâhının da ehemmiyeti yokmuş. Belediye nikâhı kıyıldıktan sonra, davetlilerin şeker alırken yaptıkları temenniler filân kâfiymiş, yeterli dua sayılırmış”.

Yasa(k) değil de, tek kişilik ferdî kanunlar daha çağdaş bulunduğu, her sahada ehliyet arandığı halde, din konusunda icap etmediği; her şahsın Kutsalı, Kitab’ı mânâlandırma yetkisi bulunduğu için; cesaretle ‘kadınsı tefsir’ hakkımı kullanıyorum. Diyorum ki:

Efendim, hiç endişeye mahal yoktur. Meselâ arkadaşlarınızla yemeğe çıktıysanız (Allah için şahit de var); sevgiliniz kredi kartını imzaladıysa veya bir muhabbet anında herhangi bir yer(iniz)e imza attıysa, bu nikâh akdi sayılır. Nikâh da sonuçta bir imza değil midir? Devrimi olduğu gibi, “evrimi” de pekâlâ olabilir. Yüreğiniz ıssız olmasın, kalbiniz temiz kalsın kâfidir. Burada “niyet” mühimdir. Ayrıca muta, emtia nikâhı diye de hiç uğraşmayalım. Cici kızlarımız, delikanlılarımız üzülmesin, gam kasavet çekmesin. “Kendine iyi bak, aman iyi kolla, öpücüklerini yolla; doğum günün mutlu, sevgililer günün kutlu olsun” sözleri dahi safiyetle yapılmışsa, muteber ve resmiyet belirtisidir. Hocanın ki dua da, bizimki değil mi?

Sonra Türk İslâm’ıyla, Arap İslâm’ını karıştırmayalım lütfen. Bu kadar baskıya, teferruata ne hacet! Dinimizde “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” buyrulmuştur. Kadın ve güzel koku sevdirilmiştir; namazıysa düşünürüz, üçe hatta tek vakte indirilmesi evlâdır. Duydunuz mu; ibadette modernize olacak; zihinler akar “yakıt” alacak, benim gibi taşacak beyler!

Buyurdu ki: “Kadın abdest almadan, özür halindeyken de, başı açık, her şartta estiği gibi, Kur’an okuyabilir, oruç tutabilir.”

Üç kuruşluk insanların önüne çıkacağız diye; giyinir kuşanır, süslenir, temizlenirken; Kur’an ve Yüce Sahibi bir damlacık “saygıyı” bile hak etmez. Allah’ın kulları nezdinde bu derece itibarı yoktur. Kimin huzuruna çıkıyoruz; kimin yasalarını, emirlerini uyguluyoruz Allah aşkına!

 Hazret verdiği örneklerle; Efendimiz’i muhabbet eseri, elinden geldiği kadar taklit etmeye çalışanları, basit düşünen, dengesiz, gülünç kişiler olarak gösteriyordu. Hâlbuki hepimiz biliriz ki; sıradan insanî ilişkilerde bile sevdiğimize seçtiğimize uyar, benzemeye çalışırız; ortaklaşa paylaşım adına bazı işler yaparız ve gocunmayız, tabiidir hareketlerimiz, içten gelmiştir, gönülledir.

Halktan, gariban bir kişi olarak düşünüyorum. Neden; eğer canı istiyorsa, apartmanın beşinci katında da bulunsa, kişinin “En Sevgiliye” benzemek için yere oturması veya misvak kullanması istihza edilecek, hafifçe alınacak bir konu olsun. En azından bilim ve pek savunulan hoşgörü adına, bir ilim adamının daha esnek düşünmesi gerekmez miydi? Hâlbuki tamamen dünyevîleştirilmiş bir akılla, tepeden bakarak, içinden çıktığı halkı yargılıyor ve küçümsüyordu.

Hippiler, bazı Doğu geleneklerinin mensupları, değişik inançlara ait insanlar da yere oturuyor, ibadetlerini, yeme içmelerini öyle yapıyor. Siygaya çekilip, karikatürize ediliyor, çağ dışılıkla suçlanıyor mu? Garbın seri katiller yaratan inançlarını, savaşçı, mezbeleliğe düşmüş insanları yaygınlaştıran imanını(!) niye sorgulayamıyoruz? Haddimize mi düşmüş?

“Taklit” yerilirken, niçin hiçbir ayıklamaya tâbi tutmadan, bir takım hassasiyetleri göze almadan Batı’yı körü körüne taklidimiz de eleştirilmiyor? Ayrıca taklidin, bazen hakikate geçebilen bir yönü de yok mu? Bir gelecek yatırımı olmuyor mu?

Tasavvufu nereye koyacağız bir taraftan… Sevgili Peygamberimizin Uhut’da dişleri kırıldı diye, dişlerini kıran Veysel Karanîleri; kış soğuğunda camide, Allah aşkı yüzünden, gözyaşlarıyla ıslanmış sakalı donan âteşin Mevlânâları; elmayı dişlerken “Ne Lâtif elma!” demesi üzerine Hakk’tan gelen “Mahlûkuma ismimi mi koyuyorsun” nidasıyla, “edeb dışı davrandım” diyerek 40 sene elma yemeyen Bâyezid-i Bestamileri.. uçsuz bucaksız aşk denizinde kulaç atan, o sevgili güzeller güzeli delileri, nadide paha biçilmez misilsiz gönülleri hangi uyuz, seküler deliğe sığdıracağız, tıkıştıracağız o zaman…

Her eylemimize bilimsel bir gerekçe, delil bulmak; çağdaş icazete bağlamak, kudretli yalçın profesörlerden onay mı almak zorundayız? Kaç kişi, her fiilinde ilmî bir göstergeyi, veriyi yahut aklı, bir ölçüyü, kendince bir faydayı gözeterek davranıyor?

Hayatımızı ne idüğü belirsiz, söyledikleri birbirini nakzeden uzmanlar, karmakarışık, kendine hayırsız, devasız sesler mi yönetecek? Bir kakofoniyle, hercümerç içinde mi yaşayacağız? Ruhî hayatımızı kimlere teslim edeceğiz? Din hususunda sahabeler, mezhep kurucuları, çağ üstü bilgeler itimat telkin etmez de; sizler mi güvenilir, muhkemsiniz?

Bu gaayet ılımlı, özellikle kadın-kız okşayıcı “Lâtif(e) İslâm’la”; çevrenizde “Yetişş Ahh Şirin Hocam!” deyu fır fır dönerler; siz de “çırılçıplak uyarıcılar” olarak, yurt dışında konferanslara filân çağrılırsınız, kitaplarınız satılır, altınıza koltuklar çekilir, pâyeler ikram edilir. Hoştur yani... Egemen gruplara göz kırpar, inancın bedenine asrî sülükler yapıştırırız. Ödüllendirilir, döndükçe döner, donanırız; gerekirse kırıtırız.

 Kimin bıçağının altına boynumuzu dayayacağız, neye “yakıt” olacağız; bakın burası

Önemlidir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi