Ömer Seyfettin’le Yaşamak
Büyük hikâyecimiz, gururumuz Ömer Seyfettin’i, vefatının 104. Yılında, bir yazımla anmak istiyorum. Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun:
“Onu hep, çileli, kısacık hayatının önüne geçen destanî, ölümsüz kahramanları; her okunuşunda, üzerinizde güçlü etkiler hâsıl eden hikâye kişileriyle hatırlıyor ve seviyorum.
Benim için belki biraz, “Allah’tan başka kimseye secde etmeyen, kula kul olmayan” Muhsin Çelebi’ydi o… “Diyet”in, bedel ödemeye hazır, onurlu Koca Ali’siydi.
Hayatının “doğuran, yaşayan ve ölen dünyadaki diğer canlıların yaşamından” farklı olmasını; “Büyük, ulvî Türklük için” savaşmayı dileyen “Primo Türk Çocuğu”ydu.
“Türklerin hiçbir fikri, büyük değil hiç, hatta küçük bir emeli bile yoktu idraksizdi” diyenlere; “Türkiye’nin Avrupalılar tarafından parça parça taksimini” layık görenlere karşı, eserleriyle verilmiş kutlu bir cevaptı o.
Kimi öykülerindeki nesneler, semboller unutulmaz, konuşurdu.
Küstah şahlara, devletlû kötülüklere, zirve yapmış kibirlere karşı “Pembe İncili Kaftan”lar örtülürdü. Kaftan, hilat bir şeref kisvesi gibi ruhları bürürdü.
Sadece Devlet-i Aliyye’ye itaatsiz, istiklal sevdasına düşmüş asilere karşı değil; şerrin, cehaletin başına bir “Topuz” inerdi.
Savaşlardan çıkmış, mağlubiyeti tatmış, manda tartışmalarının boy gösterdiği bir millette; bazen “Kızıl Elma”yı hedefleyen, sömürgeciliği, kimlik yitimini reddeden bir yiğit ses kükrerdi.
Şanlı bir maziyi, kaynağı, kökleri; bir özge zamanı, saadetli ihtişamlı devirleri hatırlatan beliğ bir söz işitilirdi.
Özgüvene, millî bir şuura, umuda, şahlanış ve inşaya ihtiyacımız olduğu bir dönemde bize berrak lisanıyla, muhkem düşüncesiyle, kudretli kalemiyle rehberlik etti.
Bir bahar nefesiydi, serinletir, hafifletirdi.
Zalim, ceberut bir Batıya karşı; Türk’ün, Şarkın güzelliklerinden, faziletinden örnekler verdi. Ama aynı zamanda zaaflarımızı, müzmin hastalıklarımızı eleştirdi.
Samimi bir inancı, ilahî duyguları anlattığı gibi; riyakâr, ikiyüzlü, bencil bir dindarlığı, ham kaba softaları da ortaya döküp yerdi.
Bize kirli, şeametli, tefessüh etmiş bir dünyaya karşı direnme noktalarını gösterdi.
Haysiyetli şahsiyetli bir duruşun; bilgiyle, özlü bir mirasla tezyin edilmiş bir şahlanışın timsallerini işaretledi.
Asla… “Herkesin İçtiği Su”dan içmeyecektik. Deliliğe, sürü(klenme)ye, iflah olmaz köleliğe itiraz edecektik.
Harp meydanında “Şövalyeler (modern Haçlılar) kafamızı kesse” bile Şehit Deli Mehmet gibi başımıza sahip çıkacak, vermeyecektik.
Körü körüne Garp mukallidi, Batıperestlere benzemeyecektik. Sadreddinler, Fon Sadriştayn’a dönüşmeyecekti.
Bazı zabitler önceleri “Lirik bir aşk neşidesine” benzetse; Rada’lar Bulgarca “Naş naş, Çarigrad naş / Bizim olacak, bizim olacak, / İstanbul bizim olacak…” diye bir “Nakarat”la kendinden geçse de; bir Mehmetçik ruhu sönmeyecek, her dem neşvünema bulacaktı.
Kördüğüm, çiğnenmiş, kötürüm zihinli kimi aydınlar, zulmün en üst merhalesine geçmeyecek; gönlüyle kendi kurban ediliş ayinine bizzat katkı sunmayacak, ölüm günü, habis bir doğuş olarak kutlanmayacaktı.
Gerçeklerine olduğu kadar; sahte kahramanlara da dikkat çekmişti Ömer Seyfettin.
Efruz Bey gibiler ki; her devirde, dün de gün de, hoplayıp zıplayan, üzerinde bin çeşit ayak iziyle yuvarlanan fiyakalı yuvarlaklardı. Kol kanat gerilmeyecek, başlarda gezmeyecekti.
“Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayatlara”, ulvî hedefleri, mefkûre güzelliğini gösterdi.
Onun gür, ganî çeşmesinden tüm susuzlar içti. Zengin, cevherli öykü dünyasıyla gönendi, kendine yakışanı aldı, taktı takıştırdı, boy attı, kulaç attı, yol aldı.
Eserlerini okuyunca bir şetaret, mehabet, coşku, hürmet hissi kaplardı içimizi. Kalp titrer canlanırdı. Sevdalı bir hareket başlardı.
Gurur duyardık, çağdaş yalnızlığımız azalırdı, mesafeler kısalırdı. Bir köprü, geçit, kutlu bir istikamet karşımıza çıkardı.
Kelimeleri esrik ederdi. Cenge çıkardık bir ihtimal zevkle. Zaferlere kanardık.
Rahmet yağardı. Deli divane bir yel eserdi. Gök kuşağının altından geçer, arza da semaya da yapışır, nimetlerinden tadar, insanlaşırdık. Ve dopdolu ‘yaşardık’
Ö. Seyfettin ki, kalbimizin en mutena köşesine, cehalete adaletsizliğe ve şerre karşı soylu, uyarıcı bir kılıç gibi dikilmiş, yerleşmiş ve sevindirmişti.
Onun cevval, seyyal kalemiyle yazı(nı)mız bereketlendi.
Bir güzide portreydi, yürek yakıcı bir cezbe, otorite, nice doğuşların sebebi, merkezi kuvve(t).
Biz onda “İlk Namaz”ını aşkla kılan masum çocuğu sevdik.
Muzip, nüktedan, gülümseten, sonunda kıyasıya ağlatan ve garipçe vatan toprağıyla kucaklaşan yalnız, mahzun adamı sevdik.
Hikâyesine, pek zaif, natamam olsa da meçhul, yeni cümleler eklemeyi; fışkırmış çıldırmış, yeri göğü tutmuş zarif hayalleri sevdik.
O sebeple de daima, bir yanıyla onunla yaşadık.
Kim bilir, belki de uzak akrabaydık.” (Prof. Dr. Hülya Eraydın Argunşah’ın hazırladığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca yayınlanan Ömer Seyfettin kitabından)
" Ramazan-ı Şerif milletimize, İslâm âlemine , uyanışa, hayırlara vesile olsun"
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.