Ödünç
Zamanın getirdiği veri ve dökümler mutlak surette “kesinmiş” gibi, konunun kendisiyle orantısız olarak algılanır, bambaşka güçler vehmedilip, kıymetlendirilir. Bazen kuvvetimizin, mantığın ötesinde; beyhûde yere, sürece müdahale edilmeye çalışırız. Duygu; basiretin, feraset ve muhakemenin önüne geçer.
Devran ve mekân da ödünçtür. Ancak dikkate almayız; “daimî hükmedecek”, hepten muktedir gibi yaşarız. Variyetimiz; o bize mahsus, tapulu, imzalı gibi telâkki ettiğimiz olgu, hâl, keyfiyet vs. geçip gittiğinde, kayıplarımız dizildiğinde, belki bir an gerçeği hissederiz.
Ama bu uzun sürmez; çoğumuz için gerçek bir aydınlanma değildir. Yanılsama sürer. Çünkü Yüce Allah lütuf sahibidir, inayeti, nimetleri peş peşe gelir; kolayca kesilmez. Dolayısıyla ışık yanar, söner. Benlik ağır basar; hatalar tekrarlanarak ve benzerleriyle devam eder. Hâlbuki değişim, yeni durumlar; çeşitli kişilerin sahne almalarıyla, farklılaşan roller; ikide bir altüst olan şartlar, esasen mevcudatında fânî ve hareket içinde olduğunu göstermiştir.
Diğer taraftan; sadece maddî imkânlar peşinde koşup, manevî yetenek ve fırsatların farkında olmadığımız için; ödünç alıp devşirdiğimiz ve terkip ettiğimiz bilgiyi de; sırf haricî dünyanın tezyini için kullanacak; mânânın inşasına harcamayacağızdır.
Hâlbuki aslında “güzeli” seyretmek/temaşa etmek isteriz. Fakat benliğimizin sevk ettiği ve dünyanın hoş gösterdiği cazibeli durumlar, vasatlar başkadır. Sonuçta kafa karıştır, gönül bulanır; cadı kazanından, zıtlaşma ve tenakuzdan, parçalanmadan kurtulmak zorlaşır. Uyumsuzluk bizi, ayrımına varmasak da fazlasıyla rahatsız eder.
Bu bağlamda, Tanrı’yla ve kurduğu manevî düzenle âhenk içinde olmak, iletişim kanallarını açmak icap etmektedir. Ki ibadetin vazgeçilemezliğinin bir sebebi de; iştirak, nefeslenme, bütünlüğü sağlama, günlük hızı kesme olsa gerektir.
…
Tek tek varlığımız üzerinde düşündüğümüzde; zihnimizin de diğer azalar, özelliklerimiz gibi, bize geçici bir süre “verili” olduğunu fark ederiz. Fakat ekseriyetle bu zenginliği, şahsî gelişme ve tekâmül vasıtasını; günlük hayatımıza, yaşantımıza “tefekkür”, kazanç, donanım olarak yeterince ekleyemeyiz.
Gene; kalbimizi pespaye, ömürsüz sevgiler uğruna tüketiriz. Vicdanımızı, özümüzü konuşturmaz, kaybederiz.
Mevcûdiyetimizin, “ödünç” olduğunu unutmuşuzdur. Bazen hastalıklar, sıradan ölümler bile, hiç duymamış, görmemiş, ilk defa başımıza geliyor gibi, son derece şaşırtır. Kapalı dairemizde otururuz; duvarlarımızı, sınırlarımızı kimse delemez. Öngördüğümüzden apayrı planlar, hayat şaşırtmacaları, hiç tahmin etmeyeceğimiz bulmacalar; hayatı tümüyle biz çiziyormuşçasına, dehşete düşürür.
“Mukaddes olanı, sonsuzu” gelenekte, manevî değerlerimizde değil; gelip geçici dünya seyirleri, başına buyruk, köksüz inanç sistemlerinde ararız. Bize ödünç verilen âleme, yeryüzü tanrılarına ve ferdî biricikliğimize “kutsal” muamelesi yaparız.
“Hür” olduğumuz zehabına kapılırız. Yasakları çiğner, ağır bedeller öderiz. Bedel ödeme işi, özgürlüğümüzün pahalıya mâl olması bile, bizim ne kadar ucuz bir ilâh(!) olduğumuzun göstergesidir.
Dünyayı bir idamlığın gömleği gibi; başımızdan, ruhumuzdan aşağı geçirmişizdir. İçimizdeki cevheri, kalbimizi ona teslim ederiz.
Beş kuruşluk malımızı ödünç verip, geri alamadığımızda kıyametler koparırız da, bizim için inkâr edilemez bir gerçek olan, ölümle buluşmada yani büyük kıyametimiz koptuğunda; “âriyet bedenimizin”, “Sahibine” teslimiyet-iade şartlarına önem vermeyiz. Asla dönüşün vehâmetini, ruhumuzun selâmetini düşünmeyiz.
Kaldı ki hayatımızı sunarken, kirlilik nispeti, “emanetin” neyle eskitildiği önemlidir. Malûm, her eskitme değerli değildir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.