Nasır
Sait Faik, “Rakı şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair” yazısında, Orhan Veli’ye şu soruyu yöneltmiştir.“Edebiyata nasırı sokmakla ne demek istiyor(sunuz?)”.
Şairin cevabı ilginçtir: “-Hayatında büyük manevî ıstıraplar olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telakki ediyorum.”(Sait Faik, Tüneldeki Çocuk, Mahkeme Kapısı, Bilgi Yayınları, sh.92)
Ömrünü “Öteye” harcayan Necip Fazıl’la, Orhan Veli’nin “umumi davasının” ayrımını ve şairlerin öncülük paylarını, “nasırdan sorunlar; sinekten kahramanlar, ham ervah ruhlar mı tevlit eder” kaygısını bir yana bırakarak; büyük meselelerin ıstırabı, ömrü kuşatan besleyen devasa hayaller ve güzel fiiller birbiriyle ilintili olsa gerektir diyorum.
Istırapların çapı kaynağı ve yöneldiği alan önemlidir. Bir bakıma neden etkilendiğimiz ve sonuçta…
Günlük harcıâlem dertler, dayandığı kök(süzlük), cevher(sizlik)le; büyük davalara tekâmüle kapı aralayan mânâlı soylu sancılar, paralelindeki insan temsiliyeti ve faikıyeti şüphesiz apayrıdır.
Gündelikte boğulma yorulma ile “emanetin” mesuliyetine taliplik, oluş humması bir değildir.
Günümüzde kavramlar, buna bağlı olarak anlam kaybolmakta, gerekli teçhizat manevî mühimmat olmadığı için tepki, direniş ve isyan ahlâkı da gelişmemektedir.
İnsanî değerlere karşı körleşme, duyarsızlaşma ve kirlilikle ör(t)ülme had safhadadır.
Ulvî bir ıstırabı, gayeyi yüklenebilme cehdi; güçlü bir fikre kavi inançlara paralel, diriliğini koruyacak, duruş ve istikametinizi, varoluşunuzun merkezini de tayin eden bir hayat kavrayışını, beka mücadelesini, kulluk idrakini lüzumlu kılar.
Nasırlaşmış yaşantılar, nasır gibi kesilip atılacak, aslında önemsiz ayrıntılara, hayatî ehemmiyet verme, ruhî-zihnî kabızlık; akıl almaz seçimlere, olağanüstü yüklemeler, yüceltmelere sevk etmektedir.
Dünyevî birikim ve kazanımlarımızın bizi bıraktığı mevki, acılarımızın çöreklendiği tahavvül ettiği, aklımızın kısıldığı yer; sevdalarımızın uçtuğu mertebe(!) önemlidir.
Gönüllerimize neler sığmaktadır. Nasıl bir darlaşma ve boşalma neticesi beşeriyet aynasında, tam bir iflas manzarası, enkaz seçilmektedir.
Kutsaldan vazgeçiş nelere sebebiyet vermektedir?
Canlılara meselâ hayvanlara karşı çarpık alâkalar, kedisine köpeğine miras bırakanlar, onlarla aynîleşenler; hatta resmî (!) ruh alıp satımları…
Nesnelere(cansızlara) acayip yönelişler, sözgelişi koca adayı olarak Eyfel Kulesi’ni, Berlin duvarını seçenler, Türkiye’de kızına çok sevdiği ama bir türlü sahip olamadığı BMC adını koyan babalar vs.
Eyfel Kulesi aşığı, “Üzerinde başka insanların geçmesine tahammül edemiyorum” diyor. Berlin Duvarı’nın Sevgilisi ise, duvarla beraber yıkılmadığını çünkü ruhuyla birlikteliğini iddia ediyor.
Bir kadının taşla, demirle kurduğu “yuva”. Böylesi çıplak zelil bir mevcudiyet, insan gibi “akıllı” bir canlıda nasıl imkân dâhiline giriyor?
Herhalde teknolojik aletlerle, bizi çevreleyen dünyayla, her şeyin üstüne çıkardığımız tutkularımızla bir çeşit aşk hali yaşıyoruz. Maddeye karşı alabildiğine hassas, mânâya karşı akıl almaz derecede duyarsız…
Bilgisayarıyla yatıp kakanlar bir çeşit âşık sayılmaz mı veya futbola nihayetinde bir oyuna hissedilen keskin delidolu sevgi, aradaki ilişkinin nevini(!) düşündürtmez mi?
Şairin “Makineleşmek istiyorum” çığlığı, herhalde artık “Duvarlaşmak, nesneleşmek, araçlaşmak istiyorum” kara(rlı)lığına çevrilmiştir.
Bu eylemleri rastgele, deli işi diye geçiştiremeyiz. Hepsinin ardında bir düşünüş, kabul, sahipleniş vardır.
İnsandan ve kimliğinden ne şekil bir soğuma, umutsuzluk, mahrumiyet duygusu oluşmakta ve şedit bir varlık azabı meydana gelmektedir ki; bu derece bir sapma/kırılma dengesizlik durumu doğmuştur.
Hangi çağdaş inkılâp, yol(suzluk) bu korkunç dönüşümü karmaşayı yaratmıştır(!)
Kâinatın merkezi insan ve insanın merkezi kalp nasıl bir dumura uğramıştır ki, böylesi bir tercih, indirgenme, düşüşle karşılaşıyoruz.
İnanç-iman neye kalboluyor? Hangi yalan bizi teslim alıyor.
Ret ettiğimiz “anlamı” nerede buluyoruz ve nereden bakıyoruz?
Nasıl bir nasırlaşma, kalbin duvarlaşması neticesinde, betona çakılı demirden muhabbet vaziyetiyle buluşuyoruz!
Nasır ki bir nokta. Manzaranın vahameti tüm uzuvlarımızın mı nasırlaştığını ortaya seriyor.
Egolarımız, semayla yarışır, rekabet ederse; onun tecessümü olan kulelere de sevdalanılır belki.
İnsan mahiyetinden ve muhtevasından habersiz.
İnsanın taşlaştığı, ama taşların dayanamayıp ağladığı nokta burasıdır herhalde.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.