Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Korona Günlerinde Aşk

Korona Günlerinde Aşk

Onu yeknesak, sürekli tekrarlayan, bıktırıcı bulan bazı düşünürler, yazarlar olsa da  (meselâ Ahmet Haşim); meğer sadece tabiata değilmiş aşkımız.

 (Ahmakıslatan dâhil) sere serpe ıslandığımız yağmurlara, sürprizsiz(!) Martlara, her zamanki gibi Doğu’dan gülümseyen alıştığımız sabah güneşlerine, Uğultulu Tepeler’in rüzgârlarına, Karların Ecesine, çerisine, kömür gözlü, sıcakta eriyip giden kof yürekli(!) adamlarına bile; sonra hür(!) bedenimizin ikide bir uçup gittiği O Belde’lere

Bazen kızdığımız kuru kalabalıklara, eşya yığınlarına, dünyevî nesnelere, burnumuzun dibinde gözümüzün önünde takılanlara, bizi illet edenlere, iki çift lâfa, dedikodulara(!)  değip geçen yüzlere de ihtiyacımız varmış.

Hayatın alıştığımız mutat işleyişine, benimsediğimiz vurgulara, tanıdık seslere, âşina günlere, bildik senelere…

Kaldırım taşlarına, serseri dolaşmalara, keyfimizce yasak çiğnediğimiz aylaklıklara, ceberut(!) iş günlerine.

Şikâyetlere, bozulmamış düzenimizin yorgunluklarına…

Sinek vızıltılarına, sahte dahi olsa yaşımıza duyulan saygılara, insan içinde sevgiyle vurulup ölmelere; tepeden inme olmayan, boynu bükülmemiş, horlanmayan, sıkıştırılmamış, “Büyük Birader’in” sizi izlemediğini sandığınız” özgürlüklere…

Yıldırım düşmemiş, şok ve âfet görmemiş sıradan yaşantılara, misafir koşturmalarına, hayatla sıkı temasa; vefat edenlere, gönül huzuruyla son vazifemizi yerine getirmelere; gölge düşmemiş ibadetlere, cemaatlere, camideki sıcak selâmlaşmalara…

Köleliği, boyunduruğu hissetmediğimiz düzenimize nasıl da bağlıymışız ve bu kadar bağ(ımlı) olduğumuz işleyişi küçümserken ne kadar nankörmüşüz.

Beğenmiyor, eleştiriyorduk, beklentilerimiz, hayal kırıklıklarımız çoktu. Ancak yaşayıp gidiyorduk işte. Oysaki alıp verdiğimiz her nefes, attığımız her adım önemliymiş.

Fiyakalı suretler, kıyafetler,  hava atma(!) satmalar, yarışlar, gösteriler, dengeler(!) planlar programlar, kurgular ayarlar, birden nasıl beyhûdeleşti.

Nasıl da ağzımızın tadı, konuşmalarımız, hayatımızın seyri, işleyişi apansızın bozuldu değişti.

Çok yüksekten bakmışız, göklere rakipsiz(!) ulaşmış, Olympos dağlarında biteviye dolaşmış, Tanrıcılık oynamışız.

Oysa cahilmişiz, gabiymişiz, ders almadık.

Yere seriliverdik biçare, kalıverdik yüzüstü acz içinde avare.

Nerede kaldı Kudretimiz(!) kâinatı fetheden bilimimiz, tapılacak kutsal(!) aklımız fikrimiz.

Hâlbuki doğumumuz, sırıtışımız, yürüyüşümüz, yiyip içişimiz, efelenişimiz; tümü tarihe geçirilecek anlı şanlı kayıtlardı, belgelenmeliydi, mühim istihbarattı(!) her birimiz ayrı baş(lık)tı.

Hepsi altüst olup, devrilip gitti. Bir zaman için ne yazık ki. Tarih tekerrür etmeseydi keşki.

Bütün aşkımız, muhabbetimiz yaşamayaymış meğer.

Geç anladık.

Nasıl da muhtaçmış, kibirli ve bön varlıklarmışız.

Çelik çomak oynadığımız hayatı, iptila derecesinde ne severmişiz meğerse.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi