Kadın Gözüyle Ramazan (3)
Leyla Saz hanımefendinin renkli anlatımıyla saraylarda:
Bayramlaşma Merasimi
Tatlı, kahve takdiminden sonra biraz dinleninceye kadar mâbeyn-i hümayûn bayramlaşma saati gelir, padişaha mahsus olan harem ve mabeyn dairelerinden, sofalarından geçilerek bayramlaşma salonunun üst tabakasının deniz tarafındaki koridorun tezyinatının kafesli yerlerinden bayramlaşma törenini görüp padişah hazretlerinin hareme teşriflerine yakın, dairelerine dönerek beklerlerdi.
O anda harem-i hümâyûn mızıka bando takımı; güvez kadife üzerine yanları iki santimetrekare genişliğinde yaprak şeklinde sarı sırma işlenmiş, göğsü sırma kordonlarla, düğmelerle süslü, uygun endamlarını gösterir, kısa setri, kısa kesilmiş saçlar üzerine yine o kadifeden kenarları iki sıra ilenmiş kalıplı fesin tepesindeki gümüş üzerine altın yaldızlı ferahinin(büyük rütbeden en küçüğüne kadar, bütün askerlerin feslerinin tepesine, püskül üzerine dört halkadan dikilmiş, madeni ve gümüş mecidiyeden büyük, düz, yuvarlak bir süs) altında yarısına kadar yayılarak fesin kenarına inmiş tırtıl püsküllü serpuş, parlak rugan potinler giyen seksen mızıkacı kız, tamburî denilen müzisyeni takip ederek çıkar, sofanın yan tarafına geçerdi.
Önde klarnet, flüt, birinci borular, trampetler, ziller, davul, nota defterleri, notalıkların üstünde, sazları ellerinde, takımın iki ucunda da müzik çaldıkça döndürülüp şemsiyelerin kenarlarındaki küçük çıngıraklardan hafif su damlaları gibi nazik bir ses çıkaran, ‘Japon şemsiyesi’ diye adlandırılan aletin ucuna omuzdan geçirilmiş sırma şeritteki yuvaya koyup iki elleriyle tutarak işaret beklerlerdi.
Padişahın teşrif edeceği sofa kapısında büyük teşrifatçı kalfa görününce bando şefi elindeki topuzlu sarı maden kaplama asayı üç parmağı arasında başının üstünde çevirmeye başlar, bu kapıdan ikinci hazinedar çıkınca asayı havaya fırlatır tutar. Müzik, selam havasında çalarken hazreti padişah sol tarafında üniformalı hazinedar usta, arkada daima padişahın hizmetinde bulunan ikinci ve üniformalarını giymiş hazinedar kalfalarla sofaya çıkar, kapının önünde dururdu. Varsa validesi, yoksa hazinedar usta yanında bulunurdu. Bando mızıka, marş-ı sultaniyi çalar. Yaş itibariyle büyük ve küçük sultanefendiler, hanımsultanlar eteklerini sürterek ağır adımlarla yaklaşıp yerden saygılı bir eda ile sağ tarafa sıra ile dizilerek el bağlar dururlardı.
Paranın Peşinde Koşanlar
Kadınefendiler, ikballer de aynı merasim ile sol tarafta dururlardı. Bu muhterem misafirlerin maiyetlerinde getirdikleri ustaları ve itibarlı kalfaları yer öpüp çekilir, uzakta bir kenarda dururlardı. Marş-ı sultani devam ederdi.
Tebrik töreni bitince, padişahımızın hazinedar ustası, beraberinde içi çil ikilik ve kuruş dolu sırmalı büyük bir futa tutan iki kalfa ile meydana çıkıp avuç avuç o büyük sofaya serperdi. Uzaktan seyreden orta kalfalar, gençler, çocuklar kumrular gibi uçuşur, üşüşür ve parayı kapışırlardı. Bazen nazik padişah ayaklarına kadar yaklaşanlara gülümserdi. Serpilen paradan üstüne düşeni almayıp yere düşürmek, padişah sikkesine bir nevi hürmetsizlik sayılır, hoş görülmez, bu yüzden o para hemen alınırdı. Haşmetpenah hemşiresine, kerimelerine, hanım sultanlarına, haremlerine güzel sözler eder, ardından hepsi dairelerine çekilir, istirahat eder ve yemek yerdi.
Öğleden sonra bir hazinedar gelip padişahın daireye geleceğini müjdeler, padişah hepsini ayrı ayrı tebrike giderdi. Sonradan Osmanlı hanedanı birbirlerinin dairelerine tebrike gider, konuşur, piyano çalar ve eğlenirlerdi. Süslü giyimli kızlar sofalarda gezinir, çiçek demetleri gibi toplu durur, konuşur, gülüşür, neşeli anlar geçirirlerdi.”
…
İftariyelik bir hadiseyle, konuyu bağlayalım.
Leyla Hanım kitabında, o günkü düğün eğlencelerinden, saray âdetlerinden bahsederken, bugün özellikle sosyetik hanımların, sanatçı taifesinin büyük sorunlarından(!) birini de dile getirir:
“Annemle odanın diğer misafirleri arasında komik bir olay yaşandı. Misafirler odanın iki tarafına konmuş sedefli paravanların arkasında giyinip kahvaltının gelmesiyle birlikte annem ve bir misafir kadın ikisi birden bulundukları yerden çıkarken ilk adımlarında durdular. Entarilerinin kumaşı, rengi, çiçekleri, kenarının süsü, hatta başlarına bağladıkları gazların ince oyaları bile aynı idi. Hanımların nazarları derhal değişti. O vaktin hanımları, ucuz kumaşları giymezler, kaliteli eşyalar ararlardı. Bu merak o derece fazlaydı ki, biçilen esvabın parçaları süprüntü ile atılmaz, kırpıntı bohçasında toplanır, sonra cariyeler muska, şişmane, baklava şeklinde keser, yakışan ve uygunlarını birbirine ekleyerek bohça yaparlardı. Buna parça bohçası adı verilmişti.
Annem, çarşıdan kumaşı ve süslerini aldığında, hanımların bu aşırı merakını bilen kurnaz satıcı onu, kumaşın ve süslerin örnek olarak geldiğine ve tek olup başka hiçbir yerde eşlerinin bulunauyacağına, antlar içerek inandırmıştı. Annem kendisine mavisini, hemşireme pembesini aldı. Kumaşlar henüz gelmiş, biçimi de gösterilen elbiseliklerdendi. Arşınlık bir top değildi. Hanımların, bu konuda kimsede rastlanmayan meraklarını bilen manifaturacı iki hanımı da ‘birer tadımlık’ diye aldatıp satmış.
Kimse ile aynı giyinmiş olmayı arzu etmeyen annem, oda arkadaşının bu derece eşlik tesadüfüne sıkılmışken o hanımın azametle fırlattığı hiddetli bakışlar annemi ateşledi. Annem: O Ağa Hüseyin Paşa kızı, Vasıf Paşa haremi zenginse benim babam da cennetmekân Sultan Mahmud’un birçok defa huzuruna çıkmış özel emir eriydi. Kocam da iki padişaha hizmet etmiş bir vezirdir. Devlet ve padişahımın sayesinde kimseye muhtaç değiliz.” ifade ve gösterişini takındı. Annemin bu halini hiç görmemiştim. Suratları mosmor olmuş bir şekilde, kahvaltı tepsisine yaklaştılar ve ağızlarından çıt çıkmadı.
Başka hanımlar da bize yaklaştı ve onlarla konuşup hiddetlerini, meraklarını geçiştirdiler.”
O günden bugüne fazla şey değişmemiş galiba.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.