Herkesin Leylâsı kendine
Sevdiğimiz şeylere, nesnelere pek çok anlam yüklüyoruz. Evet, mânâlar, türlü sıkı bağlar.
Bu da beklentilerimizi, esasen ona erişimdeki ve sonrasındaki mânialarımızı(engellerimizi) artırıyor. Neticede umulana nail olunamıyor.
Buna rağmen sevgilerimiz; düzeyli düzeysiz, dengesiz veyahut fıtrata ve nadiren Aslî Ölçüye uygun devam ediyor, akıyor.
Dünyadan en fazla şikâyeti bulunanlar, hayatına kestirmeden son verenler bile; yine bir noktada haddinden fazla ağırlık ve önem verme sonucu bu eyleme tevessül ediyor. Kiminde doruklara çıkardığımız hayallerin kırıklıklarına, parçalanışlarına tahammül edemiyoruz.
Envaiçeşit boyalamalar, parlatışlar, cilalar… İşte herkeste farklı Leylâlar.
Söz gelişi aşk, sevgi sihirli bir kavram. Ama bir kişi, kadın erkek, çocuk, meslek (neye karşıysa sevdamız) o devasa arzuyu, had bilmez devinimi; hep ilerisini, uçuğunu isteyen dalgalı iç denizi, coşkulu köpürüşleri, iniş çıkışları karşılayabilir mi, yetebilir, güç yetirebilir mi?
Üstelik biz bile kendimizden kâfi derecede emin değilsek; türlü kılıklarla(!) âlemden geçip gidersek…
Onun için fazla altı çizili aşk yok. Ömür biçiliyor, mahdut, mahrum. Ya başka şeye evirilmiş yahut da sahibinin(!) eserinden, vitrininin şöhreti veya sivri yaşantısından dolayı anılıyor, gündeme geliyor. Hangi hayatlar, hangi aşklar bahsi ayrı.
“Sevdiklerimiz” ya bizden, isteklerimizden bütünüyle habersiz, ya da bir anlık çakışmalarda; düşünce ile arzularımıza kâfi derecede mukabele edememekten yorgun ve geri düşmüş.
Bazen, (her ne idiyse) sevdamıza bakıp; “Biz neredeyiz, onlar nerde’ diye hayıflanıyoruz. Mesela “Ben bu şahsı nasıl sevdim” diye gamlanıyoruz.
İşimizin, vazgeçemediğimiz çevremizin, toz kondurmadığımız şehrin tadı kaçıyor söz gelişi. Sevdiklerimizin içine düşecek gibi olurken veya öyle sanırken; fersah fersah uzaklaşır hâle geliyoruz.
Sonuçta muhtemelen vaktiyle biz donatmıştık Sevgili Meyillerimizi. Biraz “Beyaz Perde”, biraz “Beyaz Cam”, üç beş efsane eklemiştik bir çehreye, portreye, porteye(!)
Dans etmiştik hevamızla; ayılıp bayılıp seyretmiştik, muhabbet etmiştik, nikâh kıymışlığımız bile vardı, eşya, bin pardon “şey…” le.
Ne kadarı sunidir; hayalimizi tasarımımızı giydirmedir, o da belli değildir. İçyüzünü bilmeden, aslında Egomuzun sevdiklerini aktarmıştık. Kimi, kimde sevmiştik.
Sonunda bir yarımlık, eksiklik, muhtemelen sahtelik duygusu kalırdı. Daha.. Dahası yoktu. Neticede dünyevîydi, geçiciydi, çok geçmeden çökerdi.
Bitimsiz, hep artış gösteren, tatmin eden; her lahza karşılık, vefa, sefa, hüzün bile olsa zevk veren, vaatkâr bir şeyin peşinde koşarsınız oysa.
20 yaşında aradığınız ve sizi büyüleyip, sarhoş eden duyguyu; 50’sinde bulamazsınız. Aynı bakışa sahip değilsinizdir. Dünya eskimiştir. Bildik, bıkmış nazarlarla bakarsınız belki de.
Bir yanda kalbinizde ölümcül darbe yapacaklardan korkarsınız. Sıkılırsınız.
Her şey geride kalır. Daha süreli, zamana dayanıklı olduklarını zannettiklerimiz dahi…
Ve… arayışlarınız, özlemler köklü; size her daim cevap veren, kuşatan, bir Kudret’e yönelir bazen.
Sizi bütün nakîsalarınızla, kusurlarınızla, nankörlüğünüzle bile kabul eden, fırsat veren, rahmetini üzerinizde hissettiğiniz, gönlü dolduruveren… fanilerdeki gibi hemen defterden silmeyen, affeden bir Kudret…
Yine de şanslısınızdır. Çünkü size de bir “Güzellik özü”, kemâl istidadı yüklenmiştir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.