Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Han(g)i sevda

Han(g)i sevda

Konya Kitap Günleri’nde gerçekleşen, Selçuklu Kongre Merkezinde yaptığım “Sevdalı Hikâyeler” başlıklı konuşmamın ikinci bölümü:

Günümüzde bukalemun’ luk da rağbettedir:

“Hiçbir yerde duramazsınız, çünkü anlamı yoktur. Sınırlarınız bulunmaz.

El çabukluğu marifetinize, ayak oyunları maharetinize kimse ayak uyduramaz. Hemen hevesle ayakkabı dahil her şeyi, her boyayı boyamış; gözünüzün tuttuğu her kalıba girmiş, önünüze çıkan bütün yolları, uzun kısa çıkmaz demeden hünerle izlemiş, her sözün peşinden gül(dür)e oynaya gitmiş, her söylenileni tutmuşsunuzdur.

 Değiştiğinizde yüzünüz kızarmaz, üzülmeye gerek yoktur; çünkü suratsızsınızdır. Ânın adamısınızdır. Bukalemunlara şapka çıkartırsınız.

Onlar ki sizi derin bir hayranlıkla izlerken, siz de mukabele edersiniz dâhice. Ve dahi üstün kişiliğiniz sebebiyle; selâmlama için başınızı çıkartır verirsiniz cömertçe.. şapka niyetine. Bu bakımdan kafanızın uçsuz bucaksız “hava(lı) meydanlarında”, püfür püfür samyelleri eser; siz tevazuunuzdan övünmeseniz de.

Hiç darda, yolda belde kalmazsınız. Sizi gören herhangi bir “Büyükbaş” yeter ki iri olsun, sizi dilediğince sürebilir.

İşte böylece.. kendinize “koşulursunuz.”

Günümüz insanının sıkıntısını özetleyen birkaç cümle:

“KENDİ”yle konuşuyor, kendiyle yazışıyor, kendiyle kavga ediyordu.     

 “Dünyanın göğsüne” baktı. “Sadra şifa” bir şey göremedi. “Dünyanın kalbi”ni aradı, fakat bulamadı. Dünya; uçsuz bucaksız “ÖZEL bir KENDİ” olarak uzanıyordu.

            Birkaç arkadaş? Üç beş dostla?   karşılaştı. Âdet gereği söze başladı. GÖNÜLSÜZ’ce  konuşuyordu. Kelimeleri, muhatabının yüreğine değmiyordu.   Karşılıklı “KENDİ”likler iletişime giremiyordu.

            Yâreni bilgisayardı, almış başını  gitmiş, yönsüz, avare hayallerdi.. ki  seraplarla haşır neşirdi.

Hiçbir şey “özgün, biricik, köklü” değildi. Umutlar, kanamalıydı. Rüyalar can çekişiyordu, müzmin hastaydı... “KENDİ” yastaydı.

Yatak, iğneli fıçıydı. Ev, Kâbushane. Evren, çileli bir batakhaneydi.

Yaşamayı, içi çekmiyordu. Gözü, “değerli, harika” hiçbir şey göremiyordu.

Artık merak bile etmiyordu. Tecessüsünü gömmüştü... Hüsün, hüzün veriyordu.

Hiç bir vasıtaya binemezdi. Çünkü hiçbir yere gidemezdi. Bütün yollar kesikti; araçlar arızalı, kısmetler kaçmış, inanç muhataralı...

Hayatın  ucu hep çıkmazlarda; sonsuz labirentlerde; sahifeleri yırtılmış, görünmez çöplüklere terkedilmiş, kargışlanmış yazgı defterlerinde.. bir garip is kokusu barındıran, pusların, pusuların hakim olduğu gri- siyah ânlarda... Ezilmiş kalplerin, ebediyetlere uzanan canhıraş feryatlarında.(…)

Annesi uzaydan, babası Fransa’dan; “KENDİ”de bilemediği,  belki henüz yaratılan bir âlemden gelmişti. At sineğinin yumurtasından da doğmuş olabilirdi.

Bir eski, “ÇOCUK KENDİ” vardı. Tozlanmış, nisyana terkedilmiş, kilidi kaybolmuş, boynu bükük zamanlarda.

Sokaklar da başka  “KENDİ”ler vardı. Hepsi de birbirine eş,  iç ve dış  evrenine yad.. yabancı...

            Verimkârlıklar, sevdalar,  gönül saçıları, daima “yabani.. gulyabani”.

            Mesafeler uzanır giderdi. Hassasiyet ağlaşır, ruh çırpınır, düşünce bulamaçlaşıp, müptezel.. çığrışırdı.

Hakikatin; karanlığın zifirî ihtişamından gözü kamaşırdı.

            O yüzden bir türlü ne  “KENDİ”  ne de “ÖTEKİ KENDİ”ler.. bir türlü “KENDİ KENDİ” olamıyordu. “KENDİ”yle yol alamıyordu.

 Düşünüyordu ki; “KENDİ KENDİ”Ne tuzak kurmuştu. “KENDİ”nin esaretinden kurtulamıyordu.

Şimdi, bir resim okuması yapalım isterseniz:

“Siyah beyaz bir resim. Küçük bir kız, elindeki çikolatayı, sevgiyle sıkı sıkıya tutmuş. Belli ki onun için çok ehemmiyetli.

Çocukluk işte deyip geçebiliriz.  Hatta bir değil iki çikolata. Biri muhtemelen kardeşinin.

Çikolatalı küçük kız da, nice hayat resmi gibi, sonraları kayıplara karışacak. Fakat herhalde “çikolatalar” yaşayacak.

Zamanla eriyen, çürüyen, biten ne kadar çok şey var.  Elde çikolata yapış yapış…

Vaktiyle önemsediklerimiz, sonra.. geçen senelerle çocukça, bayat, devri geçmiş bulduklarımız; üstelik yıpranmış, geçmiş tutkularımızı artık anlayamadıklarımız; insan, nesne, meslek. Ömür boyunca sarıldıklarımız…

Fotoğraftaki kız, çikolatayı paylaşmak, en yakınına dahi vermek niyetinde değil. bugün yaşasaydı, aynı şekilde mi bakacaktı çikolataya. Benzer biçimde mi yapışacak, kavrayacaktı.

Beri gel çikolata karnavalı! Hep sevdik mi seni çikolata.

Belki bütün tutkularımız, heva hevesimiz, hırslarımız çokolata.

 Çikolatadan evler, arabalar; çikolatadan sevgililer, kekler, tablet, bitter, kakaolu, sütlü, beyaz, yabandan yalandan talandan.

Bir çırpıda yenilip(!) tüketilen insanlar.. sahte, suni tatlandırıcılarla dolu (aşağı)dünyada dün/ya da zehirden zevkler.

 Sarıp sarmalandın, büyük bir hassasiyetle dolaplarda, gizli köşelerde saklandın, ikram edildin. Hep gözdeydin.

Çikolata tozlandı, dondu; üzerinde beyaz lekeler oluştu, küflendi, böceklendi.

Çikolatadan bir dünya yandı bitti, kül oldu. Kaç kâşane, tatlı mutluluktan(!) yenmez ev yıkıldı. O kadar lezzetli miydi de, nihayetinde bıkıldı?

Çikolatalar değişecek, renklenecek., beynine kalbine üşüşecek.

“Çikolata” diye zır zır ağlayan, bir çocuk gözümüze ilişecek.

Çikolatalara kanacak kızlar, oğlanlar. Açlığı tat(lı)lar yatıştıracak.

Ağzına saadet parçası(!) diye, bir tane daha atacak kimileri. Gayeler çikolataşacak.

Baş(lık)lara talih kuşu çikolata konacak.

Ademoğlu/ Havvakızı, çikolataların besin kaynağı olacak.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi