Gönlümüzün Güneşi
Nostaljik duygular uyandıran mektuplar, artık hayatımızdan çıksa da; zamandan, yazanından, kaleme alındığı dönemden ipuçları ve kıymetli bilgiler vermesi, kayıp dünyaları dile getirmesi, sahibini -en azından o gündeki- özel hisleriyle, düşünceleriyle göz önüne getirerek, okuruna yaklaştırması bakımından önemli izler taşıyor.
“İki haftadır mektupların çok ümitli, çok meserretli! İşte benim de istediğim, ruhunun daima böyle kuvvetli olması idi. Bütün mektuplarında hep senden bunu istiyordum. İnsana ruhun bu kuvveti nerden gelir? Allah manevî bir güneştir ki nuru, vecd dediğimiz tatlı duygulardır. Göğün güneşi doğunca nasıl gözler nur içinde kalırsa, gönlümüzün güneşi doğunca da kalbimiz vecitlere, meserretlere gark olur. Biz Allah’ı gözümüzle görmeyiz; fakat, kalbimizde duyduğumuz meserretler onun nurudur. Demek ki gözümüz onu görmüyor, fakat kalbimiz duyuyor. Meserret Allah’ın nuru olduğu gibi, korku, keder, hiddet duyguları da şeytanın ateşidir. Kalbimizde bu duygular bulunduğu zaman, ruhumuza şeytan hâkim olmuş demektir. O hâlde, ruhumuzdan şeytanı daima kovmaya çalışmalıyız. Şeytanın vesvese sesleri kulağımızdan kesilince, ruhumuz korkudan, kederden, hiddetten kurtulur. O zaman kalbimiz şeytandan temizlendiği için Allah gelir, kalbimizdeki arşına oturur. Gönlümüzün güneşi doğunca, tabiî nuru olan tatlı vecitler de ruhumuza bir yağmur gibi boşanır. Şeytanı ruhumuzdan kovmak, Allah’ı kalbimizde hazır bulundurmak: İşte Türkleri metanetli ve cesur yapan bu iki ruhî ameliyedir. Şeytanın yaklaşamadığı bir kalp, korkudan, kederden, meyusluktan, ümitsizlikten âzâdedir. Allah’ın ayrılmadığı bir gönül daima meserretli(sevinçli), daima vecitlidir, her lâhza ümitli, her lâhza metanetlidir.”
Türklerin bugün, bahsi geçen özelliklere ne kadar sahip olduğu hususu, ayrı bir konu. İnançlarımızı aynı kuvvette taşıyıp, muhafaza etmenin; manevî bir ölçüyü hayatımızın ileriki safhalarında da gerçekleştirebilmenin zorluğu bir vakıa.
Ömür, tehlikeli sınanmalarla geçiyor ve çoğunda muvaffak olamıyor; zikzaklar çizip duruyoruz. Ama yazarın ki güzel tespitler.
Bazı bölümler alarak, sizlere sunduğum mektup kime aittir dersiniz. Alın size bir test:
A)Mehmet Akif Ersoy, B) Süleyman Nazif, C) Mehmet Emin Yurdakul, D) Ziya Gökalp.
Cevap, D şıkkıydı. Malta’ya sürgüne gönderilmişti Gökalp. Mektupları “Malta ve Limni Mektupları” ismiyle kitaplaştırıldı.
“Sevgili Zevcem,
(…)Şimdi sendeki bu metanet beni çok sevindirdi. Artık eski meraklardan, endişelerden kurtuldun. Demek ki birçok aylar boş yere üzülmüşsün. Benim nasihatlerimi o zamandan dinlemiş olsaydın, benim gibi daima meserretli ve metanetli kalacaktın.(…) Evvelce mektuplarını okudukça, kederlerine iştirak ederek, ben de kederlenirdim. Şimdiyse bilâkis, benim bir cüz’î kederim varsa, mektupların onu izale ediyor. Tıraş takımı, kolalı gömlek göndermeye hacet yok. Burada daha iyisi ve ucuzu var. Gazete ve mecmua gönderiniz. Ben istemeden para göndermeyiniz diye yazmıştım. Dinlememişsiniz. Kırk İngiliz Lirası gönderdiğinizi yazıyorsunuz. Ne ise, hiç olmazsa bundan sonra sözümü dinleyiniz.” (Güzel Yazılar Mektuplar, 6, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2014, sh.23-25)
Yukarıdaki satırlar, 30 Ekim 1919’da, Polverista’dan eşine yazdığı bir mektuptan alındı. Görüşleri için ağır bedeller ödemişti bu düşünce adamımız ve hem ölümü ve hem de yaşantısı hakkında farklı fikirler ileri sürülmüştü.
Ziya Gökalp’in dikkatimizi çektiği “Gönlümüzün Güneşi” daima parlasa, benlik ve dünyevî gölgelerce kapanlarca tutulmasa, kararmasa, herhalde hepimiz manen bambaşka iklimlerde, yerlerde olurduk.
Aydınlarımızın, dindarlarımızın, İslâm Âlemi’nin acıklı durumu, söylemle eylem arasındaki uzun mesafeler göz önüne alınınca ise; “Gönül Güneşi”nin müessiriyeti, Allah’a imanın kalplere ne denli nüfuz ettiği meselesi oldukça şüpheli gözüküyor.
Şeytan dört cihetten yaklaşıyor ve kesinlikle milliyetsiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.