Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Edebiyat ve eylem üzerine

Edebiyat ve eylem üzerine

TYB Konya Şubesi’nin Eylül başındaki dikkat çekici programlarından biri de Edebiyat Eylem; Edebiyat ve Kötülük başlıklı olanıydı. Mahmut Bıyıklı ve Hüseyin Akın konuklarımızdı. Oldukça keyifli, istifade ettiğimiz, bir düşünce açılışına sebebiyet veren konuşmalardı, teşekkür ederiz.

Küçük bir düşünce gezisi yaptım.

Tüm hayatımız, içinde türlü sonuçları barındıran seri eylemlerden ibaret.

Kelimeler bir eylem, eylem bir kelime; yazılan,  cümle deftere geçen. Sorumluluklarımız bulunuyor herhalde, omuzları çökerten.

 Allah’ın hoşlandığı kelimeler var; yazılan çizilen, içe işleyen. Sonra gazaplandığı kelimeler, hüsrana ziyana gayyalara düşüren.

Edebiyatçının eylemi, toplum nezdindeki mevkii ve kendini konumlandırdığı yer, yazma fiili ise; cemiyet üzerindeki, tesiri bakımından daha farklı. Çünkü bir şekilde sanat ürünüyle karşılaşıyoruz, okuyor, seyrediyor, işitiyor, muhatap oluyoruz. Ruhumuz eğiliyor, yüreğimiz kanıyor. Hayatıyla ve yazdıklarıyla örnek teşkil eden sanatçılar önümüze geçiyor.

Edebiyatçının işlevi; kimi dönemlerde edebî türlerin bir âlet olarak, algı oluşturmak için kullanılması önemli bir konu düşündüren.

Fakat dünün siyasetinin, edebiyatı araçlaştırması kadar;  bugünün siyasetine yaklaşımımız, muktedir olanın her alandaki baskınlığı, çeşitli sahalarda ve derecelerde gücü ululaştırıp putlaştırma, sevgi körlüğü gibi olumsuz eleştirel örnekler zamanımızda da geçerli.

 Edebiyatçı, aydın diye tanımlananın kişilerin, “Size göre, bize göre” diye çifte standart ayrıcalığı olmadığına göre; edebiyatımız da, tarihimiz de sonuçta, sorunlarıyla beraber bir bütün halinde ele alınmalı.

Edebiyatçı her konuda yazmalı mı? Sadece darbeler değil, önemli memleket meseleleri, girdiğimiz harpler, Millî Mücadele mevzuunda da yeterince yazılmadı belki. Haykırmadığımız sayısız örnek bulunabilir. Tarihçiler, aydınlar dönemlerini kâfi derecede aydınlatamadı diye de konu açılıp uzatılabilir.

 Ayrıca hadiselerin sıcaklığı geçtikten ve olaylar netleştikten, tefekkür araştırma süreciyle demlendikten sonra, daha sağlıklı, mükemmel ürünler ortaya çıkar diye de umut ediyoruz.

 Yazarın seçeceği konularda bir üst akılın, âmirane yüce bir parmağın yönlendirmesi, siyasî erkin belirlemesi söz konusu olabilir mi?

 Her zaman, fikri, vicdanı ve iradesi hür, samimi edebiyatçılar, fildişi kulelerden değilse de, tercihlerine göre yazmalı kanaatimce. Kendi içine çekilmiş, hapsolmuş miskin bir yazı(n)dan kurtulmalıyız. Ama güç odaklarına mahkûm, mahpus, sıkış(tırıl)mış bir sanattan da mümkün mertebe kaçınmalıyız.

Çokluk, sayılar, içinde “niteliği” barındırdığında anlamlı. Unutmayalım ki Çanakkale Harbi’nde de nice yazar, gazeteci cepheye götürülmesine rağmen sadece Mehmet Akif, İstiklal Harbi Çanakkale’yle ilgili müstesna eserler verebilmişti.

Bu olgu Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Peyami Safa, İsmet Özel, Yahya Kemal, Tanpınar gibi sanatçıların, edebî yıldızların, Mehmet Âkif’lerin de kolay yetişmeyeceğini gösteriyor.

Bizim fabrikasyon ürünler, bir tornadan çıkmış mamullerden ziyade, fikir zenginliğine sahip, nevi şahsına münhasır şahsiyetlere, öncelikle ülkesiyle bütünleşmiş şair yazarlara ihtiyacımız bulunuyor.

Konuşmaları dinlerken, bilhassa “Edebiyat ve Kötülük” üstüne olanı; edebiyatçının eylemi üzerinde biraz düşündüm. Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” kitabındaki intihar sahnesi; muhtelif sebep ve etkilerle bir intihar modası oluşturmuştu mesela o senelerde.

Ölüm hayat giderek oyuncaklaşacaktı. Yine 2000’li yılların başında genç bir şairin canına kıyması üzerine yapılan intihar güzellemeleri, yapılan tartışmalar, hayatına kendi eliyle son veren Slvia Plath, Nilgün Marmara etkileri; olumsuz bir fiili “sıra dışılık, cesaret, başka bir yaşam, varlık şekli vs.”  gibi soslama süsleme becerisi; sanatçı edebiyatçı masumiyeti ve niteliği noktasına getirdi beni...

“Kahramanın” intiharı ve “Kahraman(!) Yazarın”  intiharı. Belki de sanal kahramanın, yazıcısına okuyucusuna kastı intiharı. Bu da herhalde müntehir ya da hayattaki edebiyatçının yaşayış, duruş noktasındaki eylemlerindendi. Ve kanaatimce kötücüldü.

Programda “Kötülüğün edebiyata yansıtılması” ve Şerif Mardin’in “Kötülüğün kabul edilmediği, perdelendiği, kötülendiği toplumlarda edebiyat kısır ve yüzeysel kalmaya mahkûmdur” sözleri üzerinde duruldu. Kötü de anlatılmalıydı.

Tabii mühim bir meseleyle karşı karşıyaydık. İnsanda tabii olarak bir kötülük damarı mevcut.  

Fakat “Kötücül unsurlar gerekli” derken, bütün kavramların alt üst edildiği, bunca çirkinlik habaset misali varken, şer uyanmış, kötülük her kesimce çekici gelmiş, onaylanarak içselleştirilmiş yaygınlaşmışken; iyilik ve faziletli insan numunelerine, edebiyattaki timsallerine daha fazla mı ihtiyacımız var acaba diye düşünmeden edemiyor insan. Bu menhus damarı, meşum canavarı kışkırtmalı mıyız? Nereye kadar yer vermeliyiz?

Edebiyatın mevcut yozlaşmadaki rolü nedir? Müslüman Türk’ün, sanatçının sorumluluğu ne kadardır.  “Edep” mefhumu, kötülüğün neresindedir. İnsaniyet kime emanettir?

Dilin eylemini, söylemini, kötülük dozunu nasıl, neyle ayarlayacağız. Kötülüğün cirmi, cürmü aştırır mı?

 Şerif Mardin gibi şahsiyetlerin fikirlerine, yekten Batı düşüncesi ve anlayışına göre mi edebiyatımızı tanzim edip yöneteceğiz. Ufkumuzu kim çizecek?

 Eleştirdiğimiz dönemlere, edebiyatta kötücül unsurları besleyerek daha mı çok yaklaşırız yahut İslâmî düşünceden bizi hangi hususlar uzaklaştırır?

Kime benzeyeceğiz, neyin yolunu açacağız. Dinî hassasiyete sahip şairlerin sorumluluğu nedir, nerededir. Taşıdıklarımız, miras kılacaklarımız nelerdir?

Sanatsal yaratıcılık, inşâ her şeyi mazur kılar mı; bütün kıymetlerin üstünde, yollarımızı tutar mı?

Bugün kimi sözde inançlı kesimlerin kötülükle yan yana iç içe olduklarına dair ciddî bulgular, iddialar, deliller mevcut. Şer, cemiyet olarak paçalarımızdan akıyor.

Görüyoruz ki yavaş yavaş kötülük, demon, şeytanî normal, üstelik şirin gelmeye başlıyor. Üstelik bir noktadan sonra kesmiyor, alışılıp, sıradanlaşıyor. Daha eşsiz misilsiz orijinal kötülük isteniyor, “sonuna kadar” deniyor.

Yazı eyleminde; en anormal tipleri, hadiseleri açıklıkla, gene yetkin edebi(!) dille, tarafsız(!) bir gözle anlatmalı, okuru derinden sarsmalı, anlam dolu şeyleri habire yıkıp parçalamalı, ruhun kanını dökmelisiniz.

 Apansız, hain kelimelerinizi, pusu kurarak, muhatabınızın kalbine saplamalısınız ki “etki yaratıp”, beğendiresiniz, birilerinin gözüne giresiniz.

İblisane keşifler, şoklar.. ustalığınız tahribatın gücünü de artıracak. Abesle iştigali kerhen değil, severek benimseyerek, yürekleri kirleterek uygulayarak yapacaksınız. Sizi ayakta tutan değerlerle, kerhanecilik oynayacaksınız. Alacaksınız, üç beş kuruşa satacaksınız, pazarlayacaksınız. Bu da bir nevi zulüm, kalp intiharı değil mi?

 Tamam, da Batılı sanatçılardan nasıl ayrışacağız peki. Taklitle, kopyacılıkla, tesir altında kalmakla itham edilen pek çok yazar, edebî kuşak oldu.

Tanpınar’ın “Huzur” romanındaki “kötü çocuk Suat” için bazı araştırmacılar, “inandırıcı bir karakter olmamakla, fazlasıyla temsilî, fazlasıyla simgesel; iğreti ve çeviri, Dostoyevski’nin romanlarından çıkıp gelmiş gibi” diye tanımlamada bulundular.

“İslâm Medeniyeti” iddiasındaki dindar sanatçılarımızın varlığıyla gururluyuz. Bu yüksek hedefi, Batı’nın önümüze koyduğu ve dayattığı sınırlar, ölçülere göre mi gerçekleştireceğiz. Üstün gayemizin içini neyle dolduracağız; hangi zemine ayak basacağız.

Bizim edebiyatımızın ilkeleri ve kıstasları nelerdir? Dindarlar, anlatılarında yapıtlarında kötülüğü esas alabilirler mi? Nereye kadar gidilir, denge temin edilir. Ruhî ve vicdani öncelikler nelerdir.

İnançlarımıza ve gerçeklere sadık kalarak, insan ve dünyası nasıl anlatılabilir. Her konuda dipsiz bir özgürlük bizim için geçerli midir? Tarafınızın mesajınızın bir noktada hissedilmesi gerekmez mi? Temel meselemiz karanlığı yarmak ve şerle savaşmak değil midir?

 “Edebiyat ve Eylem” programında; Cennet, Cehennem düzenini bilememekle birlikte “Cennette şiirin olmayacağı” da söylendi. Nazlıların, sevdalıların orada, Cemal seyredeceği ifade ediliyor.

Mekân ve insanın bambaşka bir durumda, halde, şartlarda olacağı Cennet; Aşktan yaratıldı ve aşkla doldurulacak. Sanıyorum ki, bin bir dille ve eylemle, orada her lisandan aşk terennüm edilecek. Şiirli Aşk avazları yükselecek.

Son tahlilde; “Akif yürekli edebiyatçıların”, sırf savaşlara belalı darbelere karşı çıkışlarıyla değil, bilumum kötülüklere karşı içten tavırları ve özleriyle, toplum ruhuyla çelişmeyen güzel işleriyle seçileceğini, irtifa kazanacağını düşünüyorum.

Büyük yazarlarımızı, eleştirmenlerimizi bilemem ama şahsen kötülüğe kurşun sıktığımda, bir hatun kişi olarak fevkalâde zevk alıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi