Düş(üş)ler ve kabuklar
ARİF NİHAT ASYA
(1320-…)
“Dokunmayın, üzerine
Gölge ettim kanadımı…
Ninni söyleyin adıma,
Uyandırmayın adımı!
Böyle emretti melekler,
Böyle emretti Yaradan:
Bir taşa verdim adımı,
Adsız gidim bu kapıdan.
“Adı yok.” Yazsın kalemler,
Bildiklerimi söyledim.
Bir yolcuyum ki yollarda
Aç kaldım, adımı yedim.
Attılar bir geceye ki
Dokuz ay on gün kalacak…
Çilesi dolduğu sabah
Güzel bir adı olacak.”
(Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor)
Köroğlunu, Bolu’yla özdeşleştirmiştik de, “Şinasi, Refik Halit Karay, Neyzen Tevfik ve Dertli gibi Türk edebiyatının önde gelen isimlerinin Bolulu*” olduğunu bilmiyordum şahsen.
Türk edebiyatının güzide şahsiyetlerinden Arif Nihat Asya’nın, Bolu Sultanîsi (Lisesi’nde) parasız yatılı olarak okuduğunu da, Konya Aydınlar Ocağı Başkanı Mustafa Güçlü’den öğrendik.
Geziler sadece eğlenme, dinlenme şartları değil; okuma, görme, bazen atlayıp geçip gittiğimiz hususları da yakalama, noktalama imkânı sunuyor.
TYB Konya Şubesi’nin düzenlediği, Konya Büyükşehir Belediyesi’nin destek ve katkılarıyla, Temmuz ayı sonunda gerçekleştirilen Bolu gezisi de; pek çok yönüyle unutamayacağımız hatıralar biriktirmemize, farklı pencereler açılmasına meydan verdi. Şahsa özel mesajlarla, ibretle, hikmetle tezyin edilmişti.
Otobüste, yolculuk esnasında dağıtılan Hadim Müftülüğü’nün hediyesi İnsani Sorumluluk Komşuluk’u, anlamlı bir armağan olarak, okumak üzere sakladım.
Yanıma Celaleddin Koz’un Bağa’sını almıştım. Tam bir yolculuk hikâyesiydi. Bağa, kaplumbağagillerin ortak adı olduğu gibi, bu hayvanların vücudunun bir kısmını veya tümünü örten sert kabuk manasına geliyor.
Ayrıca Şatranc-ı Urefa (Ariflerin Satrancı), genellikle Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’yle ilişkilendirilen, bir tasavvuf oyunundan yola çıkıp, aslî oyunu işaret ediyor.
Dünya hayatında, Allah’a kavuşmak (Visal) yolunda, nice tehlike, belâ vardır. Satrancın üzerindeki oklar yükselmeye, yılanlar yahut kancalar ise düşmeye (sukuta) götürür. Menziller, dereceler, geri düşüş, derekeler; nefs hamleleri…
“Oyun tablasındaki yılanlar korkuttu beni. En büyük yılansa daha da bir sarstı ruhumu. Bu en büyük yılan, diğer yılanlara kendi büyüklüğünü gösterir gibi salınmıştı tabladaki karelerin üstüne. Baş kısmı gurur makamında, kuyruğu tablanın en altında yer alan Zillete gidiyordu. Hicrandan Nifaka, Nedametten Cefaya bir sürü yılan resmi. Tabla küçük büyük yılanlarla sarılmış bir yılan yuvası gibiydi.” (Bağa sf. 127)
Aşk Yolu’nda Yolcunun kabukları kırması, bagajlarını azaltması veya mahiyetini değiştirmesi gerekiyordu herhalde. Âşığın nihaî seslenişi ise cazibeliydi:
“Seni anlatacak cümleler bulamam,
Bulduğum sözlerde yine sana ait.
Sana “Sen” derken bile
Uzağında kalmak korkutur beni.
Korkarım senin mülkünde
Sana yabancı anılmaktan.
Eşiğinde beklerken seni dileyip
Kim gelse yanıma yine “Sen” derim.
Hasreti oruç edinmiş bir halle
Sana sende misafirim Ey Hakk.
İftarım sen olacaksan varsın uzasın orucum
Sahurum yine sensin.
İftarım da sen.
Gurbetim de sensin
Bayramımda sen.
Özlemim de sensin
Vuslatım da sen.
Ey Hakk, senden sana sığınır
Senden seni dilerim.” (Celaleddin Koz, Bağa)
…
Okuduklarımdan ne kadar ders aldığımı bilemiyorum. Fakat sanırım sınandık.
Geldiğimizin ikinci günü eşim, kaldığımız Polis evinin merdivenlerinden düştü. Müessif sonuçlar da getirebilecek bir kazayı, hamd olsun hafifçe atlattık.
İkaz edilirsiniz, işaretleri kim fark eder ki, geçer gider. Böyledir, bazen basamaklar düşürür ve konuşur. Merdivenin neresindeyizdir meçhuldür.
Beyin, ihtimallerle kamaşır. Dünya o dakikalarda zehir zindan; Şair sözü sizin için de muteber olur:
“Akıl olmazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar tabut mu?”(Çile)
O an için feci bir seyir.
Kaç kişi benzer hisleri duymuştur; ama mutlaka yakın vakalar, duygu durumları başına gelmiştir. Arkasından düşünce durakları…
Çaresizlik, aslında maddî-manevî bilcümle sevdiklerinizin elinizden kayıp gittiği bir sürece mahkûmiyetiniz; ağır ağır, tedricî, apansızın ama muhakkak ayrılıklar… Değişme, dönüşme, bütün düzeninizin alt üst oluşu.
Her birimize düşen paylar. Kaç tepe, kaç yokuş var çıkacağımız, aşacağımız.
Ayaklar ve yürüyüş yollarına dikkat! Durmak, yavaşlamak, bazen hızlanmak gereği.
Sağlıkla, inançla.. “Ayakta Durmak İstiyorum”.
Geçici ve iğreti varlığın, güç vehminin gülünçlüğü. Modernlikte; ruhtan kurtulma çabaları, kalp ağrıları; sözün, kutsalın, insanın düşüşü…
Esasında düş gibidir her şey. Mevcudiyetiniz, elem, neşe... Varlığınız ihtimal dâhilinde ve şüphelice?
Öne çıkanlar; himmet eli, alâka, dost gülüşü, şükür, bağlarımızın kontrolü, teyakkuz, denge, kulluk ayarı, iman kalitesi, muhasebe, imtihan sırları, keşif sevinçleri mi?
Dolan, boşalan zamanı kim tutabilir ki. Yere, toprağa bakmayı da; göğe gözünü dikmeyi de unutmamalı belki.
Sonra umutlar: Havva Hanım’ın Gamzesi… Âdem’i iyi, selâmette gözükecek, Havva eninde sonunda gülecek.
Cenab-ı Hak lütfetmiş, yarım yamalak da olsa bir şeyler karalıyor; haddinizi aşarak belki tavsiyelerde bulunuyorsunuz.
Havva Hanım, âlemi hizaya(!) getirirken, her ne kadar küsurat da olsa; kâğıt üzerinde hâkim, savcı, polis, zaptiye kesiliyor; gül serpiyor, Amazonvari ok atıyor; sadece sağ göğsü değil muhtemelen neleri kesip atıyor. Hâlbuki gönlü temiz tutup, zedelememeli.
İçimdeki bir gezintiden notlar, duyurular: Buyurunuz, şu dağa tırmanıveriniz; önce ruhunuza nizam, sıkıysa kendinize bir çekidüzen veriniz.
…
Gezinin her durağı önemliydi. Biri de seçkin yazar okumalarını gerçekleştirmiş, “Anadolu Mektebi” öğrencileriyle buluşmamızdı.
Karşılıklı birbirimizden istifade ettiğimiz hoş bir vasatın teşekkülüydü. Etkinliği düzenleyen Attila Yaramış’a özel teşekkürlerimi iletiyorum.
Göynük dönüşünde Çubuk gölü civarında, 8 adet yel değirmeni gördük.
Şimdi, yel değirmenlerine karşı çıkacak, heyulalarla savaşacak cesur yürekler, bilge deliler bile yok artık. Azgın keyiflerin pençesinde, peşindeyiz hep.
Yine kitaplarla yürüyelim. Bolu Belediyesi’nce bize hediye edilen kitaplardan biri de; BOFSAD(Bolu Fotoğraf Sanatı Derneği’nin) yayını olan; belirlenen 45 konu üzerinde çekilen fotoğraflardan, 19 fotoğrafçının çalışmalarından meydana gelen “Ben, Kendim ve Kişisel Özelliklerim”di.
Kitaptan; kalemler, anlamlı yazı(t)lar, hayat bilgisi/ silgisi, kendini ifade etmek, anlaş(ıl)mak üstüne bir bölüm:
“Hiç tıraş olmamış bir tükenmez kalem anlayabilir miydi beni? Yaşadıkça küçülen bedenimin çektiği acıları, duyguları bilebilir miydi? Anlayabilirmiş meğer. İllaki benim gibi kurşun kalem olması gerekmiyormuş yaşadıklarımı anlaması için. Tereddütlerim vardı anlatmadan önce kendimi. Ancak geçti. Anlaşıldığını hissettikçe dünya bir anlamlı bence” (Ben, Kendim ve Kişisel Özelliklerim, BOFSAD Yayınları)
Hepimiz kalemiz kanaatimce. Ömür boyu yazıp duruyoruz. Yazılıyoruz. Fakat bazı kalemlerin mürekkebi hiç tükenmiyor, uzuun zamanlarca yazıp çiziyor.
Hayreddin Tokadî Hazretleri, Akşemseddin ve benzerleri, günümüz nefes(lendirici)leri. Bilgelik damarı, gönül hekimleri.
Bolu söyleyişleri, ezgileri, dillenişleri…
“…Ben gidiyorum Bolu’ya
Düş peşime gel” daveti.
Abant Gölü ve Yedigöller, Dilek Çeşmesi, Göynük ve Akşemseddin Hazretleri’nin türbesini ziyaret, Tarihi Zafer Kulesi, Gölcük Tabiat Parkı, Bebek Meyve Ormanı, konukseverliğin zirve yaptığı, düş gibi güzelliklerle süslü, unutulmaz bir geziydi.
Gözümüzde, gönlümüzde öpülesi lezzetler, hediyeli esintiler. Hayatın, gelişecek meyve bebekleri. Fikir, medeniyet, gönül meyveleri, bebekleri...
Gözümüz Bolu’da kaldı, bayıldık. Rüyadaydık sanki zor ayıldık.
Başkanımız Hayri Erten’e, Bolu Belediye Başkanı Alâeddin Yılmaz ve ekibine, gezinin başarısında pay sahibi olan Konya Büyükşehir Belediyesine, gurur duyduğum, her birinden çok şey öğrendiğim tüm sevgili yol arkadaşlarıma, Medeniyet Okulu gençlerine, Yusuf Özdemir’e minnet ve şükranlarımla…
*(Bolu’da Basın ve Yayın Hayatı)”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.