Döşeğimde Horuldarken
Varlığını kabul ediyor, tedbirlerin alınmasını istiyor yahut mevcut politikaları eleştiriyorsanız “Paranoyak, faşist” gibi ithamları da göze alacaksınız bir defa. Oysa Yok(muş) gibi yapsak da, düşmanlarımızın olduğu bir bedahet.
Fakat bu kavram, algı da gitgide siliniyor; bir açıdan düşmanlarımızın tespitini biz yapmıyor, dış yönlendirmelere göre sıkça değiştiriyoruz. Sadece günün, şartların gereklerine göre bir strateji belirleme değil; düpedüz kavramın içi boşaltılıp, tersine çevriliyor.
Tarihî düşmanlarımız ‘dost’ ilan ediliyor. Bir zamanlar hasım bellediklerimizle canciğeriz. Biricik, vazgeçilmez dostumuzun Amerika olduğunu, her vesileyle öğreniyoruz mesela. Açıktan omuzdaşlıkla övünülüyor, âşıklar gibi el eleyiz.
Müslüman Türkler, İslâm Coğrafyası şimdiye kadar kimle, neyin mücadelesini vermişlerdi. “Haçlı” neye derlerdi? Hepsi, mazinin tozlu sayfalarında mı kalmıştı? İnsanî, İslâmi olarak sorumluluklarımız nelerdi? Yalnızca nefsimize miydi, insaniyet sırf “iyi, uslu vatandaşlıktan mı” geçiyordu. Tümü terk edildi.
Soylu hedeflerin, ötelerin unutturulduğu; her an, her şeyin değiştirebileceği bir zamandayız.
Hâlbuki yalnızca dün değil, bugün de dünyada aynı zulüm devam ediyor. Avrupa’nın, ABD’nin bizle ilgili söylemleri, siyasetleri, Peygamberimizle, Kutsal Kitabımızla ilgili duruşları, eylemleri değişmedi. Yeni Haçlı Seferi ilânı ve uygulamaların tarihi çok eskiye dayanmıyor. Baharların(!) ardı arkası kesilmezken, “ileri demokrasi” giren, ülke ne yazık ki bir daha iflah olmuyor.
Memleket topraklarında kürtaj veya sezaryenle; dahilî ve haricî usta doktorlar eliyle yeni bebekler(devletler) doğmasına çalışılıyor.
“Babalar gibi satarım” diyen kafayla, bir karış toprak vermemek için büyük bedeller ödeyen; Oğuz Kaan’dan 2. Abdülhamit’e dek uzanan soylu düşünceyi nasıl bağdaştıracağız. Şahsiyet, kimlik kaybını, aradaki uçurumları nasıl açıklayacağız?
Şehit haberlerimize ağladığımıza falan da bakmayın. Şehitlik geniş bir yelpazede, karikatürize edilerek uçan kuşu kapsıyor neredeyse. Bu genişlik ona atfedilen değeri de bozup, küçültüyor. Bol keseden verilen payeler, sizi binlerce Müslüman’ın, Türk’ün katillerine dua etmeye, “Sevgili Kardeşim” diyecek bir ılımlılığa zorluyor. Nasılsa, dinli-dinsiz aynı Cennet’i de paylaşıyoruz.
Böylece dünyevî uhrevî her tür birlikteliğin(!) alt yapısı, zemini hazırlanıyor. “Gücün/ Zorbanın” kullanımına açık ve işbirliğine hazır hâle geliyoruz neticede. Öyle bir hamur ki şekillendir dur, yuvarla dur.
Şehitler peşpeşe geliyor veya gidiyor. Çevredeki menfî propagandadan, onların acısını yeterince konuşamıyor, tepki veremiyoruz. Kandan beslenen PKK’lılar değil, tam aksine şehit aileleri ve masum gençler suçlanıyor. İtibarlı olan bilumum Leylâ’lar (Obamalar, düttürüler, zurnalar).
O çocuklar, Öcalan’ın adamları tarafından öldürüldü. Fakat bizdeki Apo saygısına bakınız! Silivri alabildiğine genişler, bazı zavallı din adamlarına 44-53, yumurta atan öğrenciler için 6-8 yıl gibi cezalar istenilirken, anlı şanlı ülkem erkekleri zari zari ağlarken, üstelik bazı partiler de “asmamakla” habire suçlanırken, düşman bildiğimiz Sayın(!) Kişi’nin “ev hapsi” en yetkili ağızlardan, yüksek perdeden dillendiriliyor. Artık “yol haritasına sadakat, Oslo görüşmeleriyle normalleştirme ve yut(tur)ma söz konusu. Demek ki hiç bilememişiz, terörist başı da dostumuzmuş.
Açılım politikalarının nereye kadar vardığına, teröristlerin aldıkları yola; bölünmeli geleceğin bir bir nasıl hazmettire, alıştıra kurulduğuna bakınız. Acaba kimin kanı yerde kalmayacak?
Bu demokrasi bolluğunda ve ucuzluğunda eleştirmedik, girilip çıkılıp, didik didik edilmedik hiçbir kavram, kurum olmamasına rağmen, iktidarlar kutsal bir dokunulmazlıkla, haleyle örülü.
Şehitlerden söz ederken; Asker(lik) kavramı da (haklı tenkitler bir tarafa) o kadar hırpalandı itibarsızlaştırıldı ki; kimse, çocuğunu askere göndermek istemiyor. Üç beş aylık askerlik bile angaryadan sayılıyor.
Düşman(lık)lar görülmüyor, hissedilmiyorsa, müdafaaların da önemi kalmıyor. Şehirlerin “gazilikleri”, kahramanların mücadeleleri, kurtuluş günü kutlamaları, halkın bir ülkü etrafında kenetlenmesi, bayramlar; Vatan savunması anlamsızlaşıyor. Neden kurtulduk ki, neyi kutlayacağız. Düşman(!) mı var.
Kendi bayrağımızı asmaktan bile çekinir, küçümserken; bir üstünlük belirten Kürecik’teki Amerikan, Nato bayrağını hoş görüyoruz. Hilalin altına üstüne içine “haç” konduruveriyoruz. Sevgili kiliseler, artık camiler kadar azîz. Konyalar ve İkonionlar hepsi eşdeğer; putlar da baş üstünde.
Mekânlar ve topraklar, insanımızın ruhu gibi başkalaşıp yabancılaşıyor. İslâm’ın değil, küreselleşmenin nimetlerini yiyoruz(!)
Kelepçeli yolculukların, iri liderlik faturalarının, beynelmilel(!) kişiliklerin, boyu aşan sönmüş hayallerin bedelini milletçe ödüyoruz.
Ve sadece maruz kalıyoruz. Derin bir asalet(!) ve ataletle uyuyakalırken; haberdar olmadığımız, ne çok hayatî gerçek var.
ŞİİRLİ DAVETİYE
Bazı güzel haberler, gönlü okşuyor. Elimde zarif bir davetiye var. Necip Fazıl’dan bir şiirle süslenmiş:
“Yâr o ki, hep yâdında;
Eksilmez ve eksiltmez.
Murâdı murâdında,
Seni bırakıp gitmez”
Değerli yazarlarımızdan Mustafa Miyasoğlu’nun oğlu Mehmet Bey, Şermin Türker hanımefendiyle 24 Haziran Pazar günü, İstanbul’da dünya evine girdiler. Tebrik ediyor, mutluluklar diliyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.