Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Dilaver Cebeci için

Dilaver Cebeci için

 “Konuş benimle ey Hümeyra

Serebatan Burcuna dokunuyor kanatlarım

Oysa bir evim var yeryüzünde

Sabah akşam güneşe karşı gerinen

Yakala beni teleklerimden çek beni aşağı

Konuş benimle Hümeyra”

                                                                                                            Dilaver Cebeci

 

Onunla ilk tanışmam sanırım, babamın eve getirdiği “Devlet Mecmuası” sayesinde oldu. Seyyah -ı Fakîr Evliyâ Çelebi’yi severek, hazla okudum.

 “Son eyyâmda diyâr-ı Türkün zimmî tâifesünden bir alay kösnekler, koncolozlar, molozlar ü yellozlar kendülerüne “Avret” sıfatun yakışdurup bir yirde kendülerünce divân kurdular. Bunlar âresünde bu misillû divânlara GÜRÜLTAY dinür. Çün kim burada nice mâlâyâniler söylenüb ulu gürültüler çıkarılur. Ânın içün Gürültay dirler. (Seyrânnâme’den)

Belki de muhtemelen mizah ve ironi kokusunun, kimi yazılarıma bulaşmasında; bu okumaların, mazideki bir kimliğin yepyeni bir tarzda ele alınıp güncellenmesinin tesiri de bulunuyordu.

Dilaver Cebeci, millî hüviyeti ve şahsiyeti korumanın mesele olduğu dönemlerde şiirleriyle kükredi; kaleminden celâdetin, bir gönül mehâbetinin, edebî bir ganilik ve sahâvetin, seçkin bir içsel mektep talebesinin usta veciz mısraları döküldü. 

Dava sahibiydi, zor taşınır bir ağırlığı severek yüklendi.

Asrın kriz geçiren kalbinin, tedavisi için; cins olan bütün fedai gönüller gibi gayret sarf etti koşturdu bile(n)di.

Bazı şiirleri “Türkiyem”, “Olumsuzluk Koşması” gibi dillerde dolaştı. Fakat iyi bir şair-yazar olmasına, millî kültürü, halkın değerlerini ifade etmesine rağmen, yeterince tanınıp izlenmedi.

Bir açıdan, derinliksiz sığ bir zihniyetin ürünüydü bu vakıa. Bize sunulan bir güzelliğin, sadece önde görüneni, yüzeydekini alır; gerisini arka plandakini merak etmez, önemsemezdik.

Şiiri söyler, şairi bilmez dillendirmezdik. Müziğe dönüşmüşse elbette şarkıcı, şiiri yazandan önemliydi; görsellik kendini derhal gösterirdi; ilgiler “yönsüzlüğe” çevrilirdi.

Düşünce, has tefekkür ince işlerdendi, boy atmaz ve uğruna zahmete girilmezdi; “kıymetlerimiz” numaralandırılır, tasnif edilir, icabında gizlenirdi. Çünkü “idealist” olmak başa dertti.

Ki Cebeci; “Latife” oburu, mavi gözlü,  dev(!) şairlerden değildi; gerçek bir memleket sevdalısıydı.

Dikkatlerimiz, hayret ve tecessüsümüz anlıktı. Gündelik, körü körüne yaşamak belki en ziyade çağ insanına mahsustu.

O yüzden aksine dikine hareket edenlerin; geleneğin mananın penceresinden hayatı seyredenlerin; sağlam bir duruşun muhyi bir bakışın mümtaz numunelerinin ve haysiyetli şuurlu bir gidişin cevherli temsilcilerinin itibarı yoktu.

Herhalde “Bu azgın kalabalıkta” onu duyamadık, kâfi derecede anlayamadık.

“Ve Kimbilir Kaç Zamandan Beridir Kalbimi Öğütlüyorum

Durup Durup Issız Yerlerde           

Güçlü Ol Ey Kalbim Güçlü OL

Daha Çok İşimiz Var Diyorum” (Meşhur “Sitare” Şiirinden)

Fakat O, Yılmazca mücadelesine devam etti.

 Hz Yusuf’un lisanından “Eğilin önümde Çağdaş güneşler!” diye haykırdı. “Kuyuların her yerde derin olduğunu”, kuyuya düşenlere zindandakilere elini uzatacak, çağdaş nefsaniyetlere kulak vermeyecek Yusuf gibilere, soylu, destanlık kahramanlara, diriliş hareketlerine ihtiyacımız bulunduğunu gördü:

 “Ümmü’l Kitab’ üstüne yemin ederim;

Bir gün beni çağıracaksınız;

Yediye ve katlarına yemin olsun ki;

Bana muhtaçsınız!”( “Bu Yusuf’un Zindandan Seslenişidir” şiirinden)

Mefkûresi uğruna ölümü göze almış, direnişçi, semada çiçek açmış genç yiğitlere bağrını açtı, ağıtlar yaktı kimi gün:

“Kıbleli bir rüzgârla gelip doldun içime

Yeşillerin en Güzeline Pervaneydi ellerin

Bir şeyler getirsin o diyen pırıl pırıl sabahlar

Tuttun da gecelere uzandın sessiz.

Şimdi hilallerde yıldızlarda ellerin” (“Şehid Ellerine Övgü” şiirinden)

Her Büyük Mustarip Şair gibi zamanın dertlerine ve getirilerine uzak değildi. Modernlik, kupkuru bir dünyevilik esasen yıpratıcıydı; “insan” teknolojik bir medeniyetin cenderesinde ezilip bunalmıştı.

“…Çağdaş şehirlerde sattılar beni

Zincirlerden azat olamıyorum” diyerek bizi sıkan, çağcıl kentlerin ruhsuz mekânların esarette bırakan sıkan bağlarından söz etti.

Modern kadına ise şöyle seslendi:

“Dinleyin hele dinleyin çağdaş kadınlar!

Gamzesiz, zülüfsüz, yorgun kadınlar!

Mor mor halkalarda tutsak kadınlar!

Birer bıçak vermedi mi ellerinize Züleyha?

Çizdirmedi mi güzelliği avuçlarınıza?”

Güzellik kadın erkek, tüm insanlığın meselesiydi; belki de aşk derdiyle kendinden geçip, “Varlığını” parçalamak; tüm bedene/surete ve ötesine satıhtan başlayıp derinleşerek, içe çekerek “Güzel’in” adını yazmak kazımak “güzelleşmenin” biricik yoluydu.

“Uyanır denizlerin bahadır askerleri

Göklerse davranır kılıçlarına

Ateşler düşer dervişimin avuçlarına

Sefineler kaçışır limanlara sığınır

Ben sana”  (“İltica” Şiirinden)

Şiiri, ulvî aşk mertebelerinden, halis beşerî aşklara, vatan muhabbetine, sonsuzluk akîdesine, ruhumuza düşen uhrevîlik nişanelerine, İslam’ın ölümsüz(lük) güneşine dair, şanlı bir yelpazeden izler taşıyordu.

28 Mayıs 2008 günü Sevgili’nin davetine uyup, aslî yurduna iltica eden mahzun “Türkiye’m sevdalısını” hatırlayıp, hıçkırıklara boğulacakken bir şey beni ansızın durduruyordu:

“Bu diyarlar güzel ama doğrusu,

Gezemedim, gezilmiyor Sultanım.”

Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi aklıma geliyor, göklerin sesini bizzat yerinde işitmeye, seyrana çıkmış, gezgin hür bir şair hayali yüreğimi kaplıyordu; gayri ihtiyari memnun mahzun gülümsüyordum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi