Çöle İnen Nur ve “Üstad” Sesi
“Vefatının 30. Yılında Necip Fazıl Kısakürek’i Anma Faaliyetleri” bütün hızı ve güzellikleriyle devam ediyor.
16 Mayıs günü, “30 Kitap 30 Konuşmacı” konferanslarında, değer yazar Mustafa Miyasoğlu’nu dinleme imkânını bulduk. Rahatsızlığım, programları tümüyle izleme fırsatı vermediyse de, bu etkinliklerin çok yararlı olduğunu söyleyebilirim.
Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi yaşayan sanatkârlarımız hakkında da, aynı hassasiyeti ve ufuk açıcı programları bekliyoruz.
Sayın Miyasoğlu, Aziziye Kültür Merkezi’ndeki konferansta hem Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur isimli eserini, çağları aşan mesajını anlattı. Ve hem de onu yakından tanımanın, biyografisini yazmanın ve bir anlamda öğrencisi olmanın getirdiği avantajla detaylı bir Necip Fazıl portresi çizdi. Onun “30 Gün” üst üste konuşulmasının harikulâdeliğine dikkat çekti.
Bize kürsülerin, sahnelerin, zirve ya da hapislerin, “bir zekâ şiddeti ve hiddeti” barındıran, erişilmez adamından değil; önemsemediği için malî konularda zarar eden, konferanslarına gelen gençlerin ilgisine mukabil, onlara “sevgilim” diye hitap eden, sıcacık, gönül dostu bir zattan bahsetti.
Necip Fazıl’la ilgili, son zamanlarda gündeme getirilmiş bazı sorulara cevaplar verdi; hatıralar nakletti. Tasavvufla ilgili bazı önemli tespitlere değindi.
Çöle İnen Nur; benzerleri ve taklitlerinden, kupkuru bir ilimle değil, özellikle eşsiz bir aşkla yazıldığı ve ömür “O’na” adandığı için temayüz eden, Hz. Muhammed’in(S.A.V.) hayatı anlatılan bir “Siyer” kitabıydı.
Mustafa Hoca, “Çöle İnen Nur’un başlangıcını tam bir kaside” olarak değerlendirdi.
Bu girişte, Üstadın sanat, akıl, hayat telâkkisi gibi bazı konularda görüşlerine de rastlamak mümkün. Bir vasiyet gibi, “ancak neyle yaşayabiliriz”i izah eden, bir yüce levha gibi de okunabilirdi.
“Senin hayatını yazmak…
Göklerin temiz bir ayna halinde, dipsiz bir mâvera derinliğine battığı şeffaf bir yaz akşamı, ay, her zamankinden daha büyük, daha parlak doğarken, insan, yeni bir hâdise karşısındaymışçasına şaşkın ve tutkundur. Hâlbuki onu ilk defa görmüyoruz. Bir gün evvel gördüğümüz gibi, ömrümüzün birçok ânında da birçok defa görmüştük. Bu, her akşamın kanıksanmış hâdisesiyle, yine her akşam kapımızın önünden geçen çöp arabasının kanıksatmaktan bile âciz silikliği arasındaki fark nedir?
Şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmediğimiz halde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz. Biri, aklımızı, öbürünü aklımız, çepeçevre sarmış bulunuyor. Bu yüzden biri, bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü, bir kere olmakla eskiyiveriyor.
İşte hayatınla, hayatımız arasındaki fark! Hiç senin ki, en küçük çaptan en büyüğüne kadar, bütün söylenmişlere, söylenenlere ve söyleneceklere rağmen anlatılmış olabilir mi?
İzin ver, onu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin, boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yâni kendimden uzaklaşabilmek mânasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum. (…)
“Ve yine tekrarlamak, hiçbir sırrına erişilmeyeceğinden başka şuurumuz olmayan nâmütenahi derin ve girift bir hâdisenin, sadece aşk ve vecd aynasında, durmadan, üst üste aksettirdiği pırıltıları toplamak, yâni gerçek san’ata gerçek mevzuunu vermek demekse, seni tekrarlamaktan büyük vazife olmaz ve ona tekrarlamak denmez. (…)
“Sen, sen, sen; eskimeyen biricik yeni ve solmayan biricik renk!
Senin ve zâtındaki aslî sonsuzluk hudutsuzluğa, bir de bu, herkese kendi hassasiyet ve teessüriyet istidadına göre tecelli edecek sonsuzluk ve hudutsuzluk binince, insanın en aşılmaz sınırlar içinde yine bir sınır aşmak istemesinden daha ulvî bir belâ olabilir mi?..
Ben bu belâya fedayım” Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, 1987, sh. 11- 16
…
Necip Fazıl belki anlaşılmadı; üzerinde yeterince çalışılmadı. Ama sesi o kadar büyüktü ki, bir türlü kaybedilemedi.
Partiler üstüydü. Muhalifti. Yaşasaydı dimdik, gene bir kalıba girmez, iktidarlardan eleştirilerini esirgemez, yol gösterirdi.
Kanaatimce, türlü yemişleri bulunan, rengârenk, râyihalı, muhteşem bir ağaç gibi; meyvelerinden, çiçeklerinden biri olmazsa diğerine yapışıp, beslenebileceğiniz çağlar üstü bir şahsiyetti.
Sayın Miyasoğlu’nu dinlerken, Necip Fazıl’ın azametli varlığının yine dünyamı kuşattığını, doldurduğunu hissettim.
Uzun senelerden sonra daha yeni, “İslâm Tasavvufu” adlı eserini tekrar okudum. Eser, çocukluğumu geçirdiğim Tavşanlı’da (Kütahya’da) dinlediğim bir konferansıydı. Ortaokul çağlarındaydım. O zamanlar anlamasam da heyecanla kulak vermiştim. Coşkulu sözlerinden bazılarını hiç unutmamışım.
Aynı hitap gücüne, metinlerindeki kalbi saran, kavrayan n(akışlara); yazılı sözlü kelimelerindeki etkili iletişim örgüsüne bir kere daha şahit oldum.
Sanki yanı başımdaydı. Ve babacan, taptaze bir mâverâ sesiyle; küçük bir kıza muhabbeti anlatıyordu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.