Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Çiçek’leri Nasıl Sulamalı

Çiçek’leri Nasıl Sulamalı

“Her şeyi anlatmak imkânsız. Anlatılsa da inanılması imkânsız. Bu bakımdan ne kadar çıplak anlatılırsa anlatılsın hayat, hatıratta kelimelerden örtülü bir giysi içinde verilecektir. Hayat, en ılımlı hayat vahşi ve yırtıcıdır. Ama en yırtıcı hatıra bile yansıttığı hayatın yanında ılımlı ve ehli kalır.” Sezai Karakoç, Hatıralar I

“Ne kötüydü, o şairin ölümü.. ki öldükten sonra bile çığır açacak; o lânetli kapıdan sevdiklerini içeri sokacak. İblislerin, cellâtların, uğursuz ve nursuzların eliyle yeni kurbanlar toplayacak.

Sanata ve sanatçıya değil, ilme ve estetiğe değil, hayata ve yaşama inceliklerine değil.. aşk ve sevdaya hiç değil, kurumuş gönülleri tamire değil. Yeni ufuklar, yeni dünyalar kazanmaya değil. Yeni cehennemlere, gayya kuyularına, kör yollara.. sevgiliye, yarlara değil, edebiyatın güzelim şarlarına değil... Karanlık yarlara, süfliliğin narlarına, şeametin kollarına çağıracak.

Ne beterdi o şairin ölümü.. ki nice dizeler dizebilirdi. Sözler inci misali ağzından dökülebilirdi. Gönüller alabilirdi; gönülleri peşine takabilirdi; sembol olabilirdi. Taçlanabilir, şahlanabilir, yıldızlara göz kırpabilirdi.

Bir şaire en çok çiçek yaraşırdı; sevda yaraşırdı. Başında esin bulutları, yüreğinde sevgi duyumları. Güzel düşünmek, güzel yaşamak ve erkekçe ölmek yaraşırdı.

Ve bir şaire en çok kurtarmak yaraşırdı. Güçsüze el uzatmak, gönül zenginliği; fukaralık değil. Belaya kafa tutmak; intiharları oynamak ve ölümün koynuna atlamak değil. Devayı bulmak, çözüm bilmek. çözülmek değil.

Şaire belagat yaraşırdı ve letafet ve nezaket ve şetaret ve metanet. Hayatın Sahibine teslimiyet, hüsnü niyet, ünsiyet.

Sanatı için, hiç değilse sanatını yaşatmak ve yüceltmek adına, hayatta... Usanmadan, utandırmadan, nimeti unutmadan. Ayakta.

Yaşamak için çok sebepleri vardı. Sanatı vardı. Yaşam sanatını en ziyade özümsemek, onlara yaraşırdı. Hayatı bir sanatkâr inceliğiyle işlemek, bir sanatçı zekâsıyla her ânını değerlendirmek. Kenetlenmek, eklenmek ve direnmek. Zora, zorbaya, despota, Gestapoya bilenmek.

Sanatın, Çin de Maçin de, Hint’te, Yemende, Kâbe’deki esintileri. Nurlar, feyizler, demet demet sevinçler en çok sizin şanınıza yakışırdı.

Kim sizin hayat damarlarınızı kesti. Hangi zalim, menhus el, göklerden ilhamınızı kesti. İflahınızı söktü. Bağlarınızı kopardı, sizi cascavlak zilletin bağrına attı.

Ruhunuz, nasıl bu kadar karardı kaldı; gönül semanızın katlarını kim çaldı; kanatlarınızı kim yoldu kopardı.

Yürek hazinenizi kim apardı da; zehri, kini, yüreksizliği kakaladı... İlhamınızın, sanatınızın sınırları, kalbinizin ucu bucağı bu kadar mıydı?

O manevî bereketler ki; nice küfür devinden, asırlık dirileri, ölümsüz kahramanları yaratmıştı.

Siz ki sanatçıydınız. Size inşa düşerdi. Düşmüşe, yoksula, darda belde kalmışa rehberlik düşerdi... Size, bahşedilen sanatın fitresi düşse bile; eceliyle ölmek düşerdi.

Size düşmek değil, yücelmek düşerdi. Tevekkül, tefekkür, teşekkür düşerdi.” demişim, “Bir Şairin Ölümü Üzerine, İntihar” başlıklı duygusal yazımda. (Hüzeyme Yeşim Koçak, Edibane Süzülüşler, 2008)

İntihar adı üstünde ve kimilerinin intihar güzellemesi yapıp, fiili övmelerine yönelik bir tepki ve teessür yazısıydı. Bu meşum kervana katılanlardan İlhami Çiçek ismini de sonradan duymuştum.

Bazen garip buluşmalar olur. Mazideki sorulara cevaplar, izahlar gelir; meseleler bir başka boyuta yöne taşınır, belki dallanır budaklanır.

Aynı isimle, kardeşi Mehmet Latif Çiçek’in yazdığı, Şairin hayatını anlattığı “Bu Hüznün Mesnevisi Yazıldı” kitabıyla bu sene karşılaştım. Sara nöbeti veya psikolojik sorunlar, sebep ne olursa olsun, 29 yaşında vakitsiz göçen bir değer için çok acıklı sondu. Kitapta şairin yalnızlığını, garipliğini, “dava” için çırpınışlarını da okuyordunuz. İçiniz eziliyordu.

Sayfaları karıştırırken ilginç gelen, ezber bozan bazı hatıralara da rastladım. Bilhassa Türk Edebiyatının meşhur isimlerinden Nuri Pakdil hakkında. Şair İlhami Çiçek, Nuri Pakdil yönetimindeki Edebiyat dergisinde yazıyordu; Çiçek ve dergi etrafındaki halka Pakdil’e tartışılmaz, müthiş bir saygı duyuyor ve anıtlaştırıyordu.

“…Nuri Pakdil’in bu gibi durumlarda gösterdiği tepkilere itiraz ettiğimde ağabeyim sözümü keser ve, “O bir imamdır, imam bizim göremediklerimizi de görür, tartışılmaz” diyerek aklımı başımdan alırdı.” (Mehmet Latif Çiçek, Bu Hüznün Mesnevisi Yazıldı, İlhami Çiçek’in Hayatı, Sapiens Yayınları, Ankara 2023, sf. 238)

“Ölümünden sonra yengemi ve bizleri başta Edebiyat dergisi olarak, arkadaş çevresinden on yıla yakın hiç kimse arayıp sormadı. Bu bir yana yengemin eş durumundan –Milli Eğitim bakanlığının uyguladığı– rotasyona tabi olmasından dolayı İstanbul’da kalması için onca kapıya gittiğim halde destek de bulamamıştım.” (Sf. 240)

“Nuri Pakdil, cenazeden üç gün sonra Erenköy’deki evinde birlikte kahvaltı yapmamız için haber gönderdi. Ağabeyimin yadigâr dostları saydığım için gittim. (…)

Kahvaltıda hizmetine bakan arkadaşlardan birine su veya elektrik borçlarının neden ödenmediğini sordu, o da cevap vermekte zorlandı, parasızlıktan yatırmadığını söylemek yerine başka işlerden dolayı ihmal edildiğini, en kısa zamanda ödeneceğini söyledi. Bunun üzerine Nuri Bey birden ciddileşti, “Sayın Çevik’ dedi, “bir işi zamanında yapmayanın mazereti ne olursa olsun kabul edilemez. Bir devrimci mazeretle kendini avutamaz, o bahanelere sığınamaz.” Vb. cümlelerle karşısındakini ezen, otoritesini hiçbir gerekçeyle sorgulatmayan, buyurgan bir dili olduğuna tanık oldum. Oysa kahvaltı bitip, vedalaştıktan sonra benimle çıkan arkadaş, derginin masraflarının arkadaşlardan toplanan paralarla karşılanamadığını, Nuri Bey’in Erenköy’de oturduğu dairenin kirası yanlış hatırlamıyorsam 1983’te 1400 TL idi. Bu evin kirasının vermekte çok zorlandıklarından, elektrik ve su, yakıt paralarında mutlaka gecikme olduğunu kendisine anlatamadığından şikâyet eden bir dille söz etti. (Sf. 311- 312)

Kitapta, Nuri Pakdil’in İlhami Çiçek’e yazdığı mektuplara da yer verilmiş, fotoğraflarıyla beraber: “Sayın İlhami Çiçek, 1 Eylül 1981, “Merhaba. Kültürel dayanışma: 120 Kuruş.

“İstanbul’daki, Konya’daki, Erzurum’daki, daha bilmediğim yerlerdeki tüm yakınlarınızdan, aziz akrabalarınızdan, açık açık, eylemimize para talep edip, kıskıvrak, almaya çağırıyorum sizi! Çünkü bu, bu aşamada, kesin ve mutlak sorumluluktur, bu girişimlerinizi derhal yapıp, sonuçlandırmaktan asla istinkâf edemezsiniz. Ve lütfen, sevgili yurdumuzun haline ve tüm yeryüzüne bir bakınız!” (sf. 256)

Mehmet Latif Çiçek, haftalık yayınlanan bir kültür sanat dergisinde ağabeyi İlhan Çiçek hakkında bir yazı istendiğini, o yazı dergide yayınlandığında Nuri Pakdil’le ilgili doğrulanmış ve tanık olduğu bir olayın çıkarıldığını, sebebini sorduğunda ise ‘Nuri Bey için böyle bir şeyi yayımlayamayız” dendiğini, bunun üzerine dergiyle irtibatını kestiğini söylüyor. Benzer engelleyici bir hadise, Nuri Pakdil hakkında bir başka yazı yayınlandığında da gerçekleşmiş. Yazı bir web sitesinde yayınlandıktan, yarım saat sonra birilerinin devreye girmesiyle yayından kaldırılmış.(sf. 312)

Kitapta, bağrı yanık yaralı bir kardeşin, konuyla ilgili yaptığı keskin açıklamalar ve değişik örnekler var. Yazar, yaşananları kendince uzun uzun anlatmış. Yalnızca bir kaçına değindim. Arzu eden okuyabilir.

Niyetim edebî hizmetleri, katkıları inkâr ve şahıslar hakkında ileri geri konuşmak değil. İsimler cisimlerle alâkam yok. Sesli düşünüyorum sadece.

Olayların, ölülerin arkasından söylenen sözler, tespitler, hakikatler.

Aidiyetlerin, güç odaklarının, kanun hükmündeki kalbî yazıların, sevdalarımızın bize dâir şiddeti baskısı…

Hataların üstü örtülmeli mi? Yoksa tarafsız bir insanî portre mi ortaya konmalı. İzafî gerçeklikler, (Sana göre, bana göre)

Hayatımızda mühim çizgiler oluşturan kişiler; ferdî hayatımızda kesiştiğimiz şahsiyetlerin üzerimizdeki müspet-menfi etkileri.

Hikâyemizi kim yazıyor, gerçeği kim inşa ediyor. “Bana kaderimin bir oyunu mu bu”

Şairlerin sesi, seslendirenleri. Bize giydirilen elbiseler, t(aktığımız) maskeler, idam ve deli gömleklerimiz.

Üstatların, liderler, kahramanlar ve hepimizin şahsî hayatta oynadığımız roller, kurduğumuz sahneler, diktiğimiz heykeller.

“Anamala” karşı çıkanlar, dini bütün zengin yeni sınıfları, ihtişamı tepeleme yaşayanları, parayı ve dünyayı kutsallaştıranları görünce ne dediler. Dönemeçler, dönüşümler, görüşler, yolcu(luk)lar, geçitler…

Putlaştırmalar sadece siyaset sahnesinde yapılıyor, mazide mi yaşanıyor? Anma, tapma törenleri?

Egemen güçlerce, bir kısım sanatçı edebiyatçı daha kolay mı gözden çıkarılıp, karanlık raflara terkediliyor, kimilerine toz mu kondurulmuyor?

Fakat acaba gönlümüze(!) göre aynalar inşa ederken başta kendimiz ve “sevdiklerimize” bambaşka güzelleştirme ve özelleştirmeler mi yapıyoruz. Neler ekliyor, hangi kabartma tozunu, deterjanı, sosu kullanıyoruz? Yoksa seçmekte(!) mi zorlanıyoruz.

Dileyen dilediğini sever, zirvelerden de indirmez elbette, tartışmıyoruz. Devam edelim.

İktidarların özel yazarları var mıdır? Edebiyat siyasi amaçlar için kullanılabilir mi?

Yazarların görevi günümüzde muktedirlere şakşakçılık olarak anlaşılsa da, biz o kanaatte değiliz.

Çiçekleri sulayan eller? Mühim soru: Çiçek’leri nasıl sularız?

Pakdil Üstad’ın, bir yazısının adı: Nereye Baksanız Çiçekler Bitiverir. Bitiverir de; bitiverir de. Yeşerecek, hayatını idame ettirecek kuvvet bulamaz çünkü...

Son tahlilde hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi