Camiiler Açılıyor
Garip şeyler oluyor Türkiye’de. Dindarlıkla, muhafazakârlıkla hiç bir zaman bağdaşmayacak, bir arada olmayacak durumlar, olaylarla karşı karşıyayız. Aktörler, figüranlar, zahirde rol alanlarla, arka planda yer kapanlar bambaşka. Her gün ayrı bir şokla yüz yüzeyiz.
Son günlerde göze çarpan bir haber bu neviden. ‘Yaz Kurslarında Spor Yapıyoruz’ projesi kapsamında; “Adana’da Kuran kursunda verilen karate eğitiminden, Muğla’daki camilerde Badminton’dan sonra Antalya Müftüğü tarafından camilerde tenis derslerine başlandığı” gibi tuhaf bir uygulamaya tanıklık ediyoruz.
Tepki geldiği için şimdilik proje geri çekildi. İlk fırsatta benzerlerinin gündeme geleceğinden emin olabilirsiniz. Diyanet İşleri, ‘Camiler sadece namaz kılma mekânı değil yaşam alanı da olmalı’ buyurmuş. Tenis için, uzman Hülya Afşar çağırılabilir söz gelimi. Yaşam alanında, konserler de verilip, mesela Popçu Gülşen davet edilebilir. Bizim BOP’çularla iyi gider. Bir taşla üç beş kuş vurulmuş, böylece çocuklarımız musiki zevkini de tatmış ve arttırmış olur.
Başka dinlerin ibadethanelerine özel bir önem verilir, peş peşe açılır, onarılır, saygınlığı arttırılırken, camilerin tamamen dünyevîleştirilmesine açık böylesi faaliyetler, en hafif tabirle şaşırtıcıdır. Zaten bir zihin ve kalp dağınıklığından, dünyaya fazla kapılmaktan şikâyetimiz var. Kafa adam akıllı karışacak, gönüller bulanacaktır. Camilere neler sokuluyordu sonuçta.
Spor o kadar mühimse bunun yeri, herhalde Tanrı’ya en yakın olmamız gereken, ibadetin dikkatle yapılması ve Allah’a ihlâsla yönelinmesi icap eden mukaddes mekânlar değildir. Parklara bile AVM’ler yapılırken, spor tesisleri için uygun mahaller bulunsa yeridir. Tabii meram buysa.
Bir kere ibadet için değil, daha cazip, eğlenceli gözüken spor için camiye gelinecektir. Son derece dünyevî, ortama zıt, tüm manevî havayı zedeleyici; münasip olmayan kıyafet, insanlar ve hareketlerle akıl çelici, ibadet(hane) anlayışımızı tahrif eden, camileri küçülten, esasen dinden arındıran, yabancılaştıran bir tatbikat.
Doğrusu biz modern muhafazakârların neyi muhafaza ettiklerini de merak ediyoruz.
Karşımıza, Nasreddin Hoca’nın Kuşu gibi bir camii modeli çıkıyor. Haşmetli mazinin bütün o güzelim hatıralarını saklayan, çağrıştıran, semaya bağlayan, bir manevî sembol, mânâ abidesi binalar artık yoktur.
İçeri girmek için hiçbir hazırlık yapmadığımız(abdest dışında, o bile bazı hocalar sayesinde tartışmalı); itina etmediğimiz, içimiz dışımız, özensiz üst başımızla dalıverdiğimiz, şahsiyetsiz bir yapı, bozuk bir imajla bizi çarpan, boşluğuyla yaralayan, karikatürleşmiş alanlar.
Burada arsız, edepsiz çocuklara bile “Dur, Sus” diyecek kadar bir ehliyetimiz bulunmaz. Bir âdap öğrenilip, öyle gelinmesini isteyeceğimiz bir ulvî mekândan uzağızdır.
Ping pong, bilardo oynanabilecek, tenis maçları düzenlenecek; ağızda sakız, bacakta mini etek, ‘turist’ nazarıyla namaz kılanları seyredeceğiniz; hatta bazen özgür(!) tercihen yanı başındaki kilise, havraya girip ibadet edeceğiniz; kolu kanadı kesilmiş, daraltılmış; uhrevî havası, ismi cismi bu çağa, küreselliğe, egemenlere kurban edilmiş, minarelerinin başının ezildiği bir ucube…
…
Olay, birkaç sene öncesinin başka bir haberini aklıma getirdi. Konuyla ilgili bir yazı yazmıştım.
“7 Eylül tarihli günlük bir gazetede yayınlanan bir haber oldukça alâkamı celbetti. “Almanya’nın Hamburg kentinde alışılmışın dışında yeşil altıgen desenleriyle dikkatleri çeken Sankt Georg Merkez Cami” hakkındaydı.
Haberin devamında “Türk kökenli mimar Boran Burchard tarafından stilize edilen minarelere… işlenen yeşil altıgenin, hem Alman toplumunun en sevdiği sporlardan futbolu ve topu hem de İslâm geleneğini temsil ettiği” belirtiliyordu.
Futbol sevdası aleyhine yazmak kimin haddine(!) ama genel eğilim ve gidişat düşünülürse, bazı gerçekleri de hatırlamadan edemedim.
Kitlelerin esas mabetleri camii değil de stadyumlar; dinleri de futbol gibi, yanına nicelerini ekleyebileceğiniz dünyevî oyuncaklar mıydı?
Top gibi yuvarlanan, dönen, şekilsizleşmiş; alındığı elde, duruma göre zıp zıp zıplayıp, atılan tutulan, kuralsız, sahibine göre durum alan; âdeta nesneleşmiş, bir cisme mi çevriliyordu bazı mefhumlarımız, değerlerimiz?
“Kutsallık” kavramı tekrar ele alınmalı mıydı; yaralı mıydı? İşte top camiye kadar girmişti, -durum üstelik alkışlanırken- kim çekip çıkaracaktı.
Kuzey Almanya İslâm Toplumu Başkanı olan beyefendi, “minarelerin sadece Hamburg’ta değil Almanya genelinde ilgi gördüğünü; caminin yeni görünümüyle dinler arası diyaloğun simgesi olduğunu” kaydetmişti.
Belki de dinler arası bir alışverişin, alım satım işinin, ticaretin(!). İlle de mutlaka, olmazsa olmaz bir uyuşturma, dönüştürme ve uzlaştırmanın.
Fakat hiç üzülmeyelim, gam kasavet çekemeyelim. Nasılsa top bizdeydi.
Maksat ilgiyse, caminin içine dışına reklâm da alınabilir, daha iyisi bir maç tertiplenirdi. Kazanana Arap harfleriyle süslü altın bir kupa da verilirdi.
Teröristlikten usanmıştık, minaredeki remizler -bu gol- topumuza yeterdi. Top(lu) mesajlar, hangi yücelereydi(!)
Davet sanki namazdan gayriyeydi. Çağıran ezan değildi. Futboldu, baş değil ayaklardı, tefekkür tezekkür değil, oyundu eğlenceydi; bağıran çığırtkan bulamaç bir dünyanın sesleri, modern simgeleriydi.
Asıl sevilenin ve sevgilerimizin mahiyetinin ne olduğunu bildirdi bir kaç satır.
Soyuttan, kalpten, maddeye; resme indirgenen mukaddeslerimizi gösterdi.
Minarelerimiz dimdik elife benzemezdi, gözü yukarılarda, yükseklere uzamaya çalışmazdı; yuvarlanmıştı, ters tarafa yere bakardı, çakılmıştı, toptandı.
İnanç “hâkim” değildi artık. İslâm geleneğiyle, top arasında bir hakem düdük öttürüp duruyordu ve yumuşacık esnek toplar bir oraya, bir buraya, dört yöne gidip geliyordu.
Camiler liman, sığınak, Allah’ın evi ve ebediyet sembolü değildi. Modern dünyadan icazet almış, hizaya sokulmuş oyun alanlarıydı. Alabora olmuş, çalkantılı beyin ve kalplerin, bir karmaşanın; minarelere kazınmış teyidi, delili ve şahitleriydi.
Kalpler top sahasıydı. Namazda bile maça ara verilmiyordu. Kâbe’de, kıblemizde rengârenk toplar vardı. Futbol, tavafı idare ediyor; döndükçe dönülüyordu.
Camiide cemaat, dışarda dünya ahalisi top çeviriyordu. Allah kahretsin, zaten hakem de bilmem neydi.
Namaza davet edilirken, en kuvvetli dünyevî işaretlerden birine, futbola gel ediliyordu. İbadet kim(l)eydi? Benekleşmiş top top yüreklerde lekeler büyümez miydi?
Secde ederken, top gibi toparlacık bir dünyanın önünde mi yere kapanıyorduk? Ellerimiz göğe açılırken; rahmet, bereket, feyiz değil; semadan inecek sımsıkı sarılacağımız albenili, marka topları mı bekliyorduk?
Futbolcular resmigeçitteydi, acep YARİM deplasmandan geldi mi ki?
Hayatî bir soru: “Hangi takım küme düşecekti?”
Toplarla nereye kadar açılabilirdik? Kimin kafası, kalbiyle top gibi oynanıyordu?
İdrake top gibi vuruluyordu. Kafamızda namaz takkesi değil, futbolcu ayağı vardı.
Ayarlanmış, durdurulmuş, mekanik müezzin kesik kesik “Allahüekber” dedi.
Âlem top olmuş, kafamıza düşerken; sahiden sahiden kim inanırdı ki?”
Bilmem anlatabiliyor muyum?
TEŞEKKÜR
Eşim Faruk KOÇAK’ın rahatsızlığı sırasında gerekli ilgi ve ihtimamı gösteren, “Özel Büyükşehir Hastanesi” Acil, Yoğun Bakım Bölümü doktor, hemşire ve hastabakıcıları ile Kardiyoloji Bölümü hemşire ve personeline; bilhassa doktorumuz Kardiyoloji Uzmanı Sn. Dr. Veli GÖKÇE’ye; hassasiyetlerinden dolayı Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Sn. Haşmet OKUR ve Hastane Yönetim Kurulu Başkanı Sn. Osman GÜRBÜZ’e; bizi yalnız bırakmayan tüm dost ve akrabalarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.