Bayram Mendili
Ünlü yazarlarımızdan Refik Halit Karay(1888-1965), hepsi 1957 tarihli dört yazısında, geçmiş ramazanlardan bahseder. Mukayeseler yapar, maziden örnekler getirir:
“Dün Beyden Bay Bugün’e” başlıklısına ‘Evlat!’ hitabıyla başlar:
“…Mesela sen çengi ve köçek oyununu gördün mü? Berberlerin diş çektiğini ve çektikleri dişleri ipe dizerek reklam yerine kangal kangal dükkânlarının kapısına astıklarını bilir misin? Ya meydanlarda müşterisini alçak bir iskemleye oturtarak, gelen geçenin önünde kafa tıraşı yapan ve usturasının üzerine yapışan ıslak kıllarla sabunlu su dolu leğenini sokağa, ayaklarımız altına döken açık hava berberlerini?
“Bizim, öküz, manda arabalarına dizilip Kayış Dağı’na yahut Yuşa Tepesi’ne bir gidişimiz vardı, ömür şeydi! Ya Ramazan geceleriyle bayram günlerinde hamalların davul çalıp, ‘lorki’ oynayışları! Ya saz şairlerinin karşılıklı geçip beyit düzdükleri kahveler!
“(…. Evimize meddah gelir, taklitle hikâyeler söylerdi… Meddah Aşkî ile Sururî. Kadınlar onları paravan ardından dinlerlerdi. Zenci taklidine Sudanlı bacım Kademhâyî Kalfa kızardı, babaları tutmasından korkardık. Zira bir, iki kere başka sebeplerle tutmuştu, gözleri dönmüş, ağzı köpürmüş, kendini yerden yere atmıştı. Kastamonulu taklidine de lala tutulurdu ama temkinli olduğundan öfkesini açığa vurmadı. Arnavut taklidinde o milletli bahçıvanlar, kendi taklitlerinin yapıldığını bereket fark edemezlerdi! Nevreste Dadı, meddahın peltek peltek, işveli cilveli Çerkez halayık konuşmasından âdeta milleti nâmına böbürlenirdi.
Evde bir de Kürd Esat Ağa vardı; Aşkî Efendi hakkında galiba iyi niyet beslemezdi; belki de hayalinde ona pusu kurar, bir dağ yamacında sırtına iki martin kurşunu yerleştirirdi!”
50 Yıl Evvelki Ramazan’dan:
“Ramazanda hâli vakti her ailenin kapısı ve sofrası, sorgu suale maruz kalmadan umuma açıktı; ‘Selamünaleyküm’ diyen sofraya çökerdi. Böyle olunca lokantaya kim gider, hangi, budala cebinden para harcayarak lokantanın şüpheli yağlar ve etlerle pişmiş yemeğini yerdi? Elbette ev yemeğini tercih ederdi. İftar edip giden misafirin ardından çok defa şöyle söylenirdi:
“Gözüm ısırıyordu ama çıkaramadım. Kimdi acaba?”
“…Ramazanın mühim bir hususiyeti de şu idi: Yalnız kadınlara mahsus camiler vardı, bunlardan biri de Taştekneler Camii idi.(…)
Tabir caiz değil ama zamanın moda ve sosyete camii Şehzade idi; kapısında ‘Bender’ markalı -şimdiki Cadillac yerine- lüks arabalar durur, içinden en pahalı terziler elinden çıkmış elbiselerini ve kürklerini ipek çarşaflar altına gizlemiş hanımefendiler inerdi.”
İftar ve Sahur Yemekleri’nden:
“…Büyük bir tepside iftariye olarak getirilenlere de kısaca göz atalım:
Reçellerin envâı (bazı evlerde harcıâlem reçellere ilaveten ağaç çileği, Frenk üzümü, mandalina, bergamut, ağaç kavunu, zencefil, incir, salep kökü, hatta ananas gibi seçkinleri de çıkardı). (…)
Belli başlı pilavları sayalım: Domatesli, süzme, nohutlu, taskebablı, enginarlı, bezelyeli, beyinli, midyeli, başlı, kuzu ciğerli, şehriyeli, kaburgalı, kıymalı, tavuklu, bıldırcınlı pilavlar ve kapama, Özbek, Acem, Kaşgar, Rodos, bulgur, arpa şehriyeli olanlarla amberbû pirinçliler.” Makbul, yapılması zor pilavsa; harçsız, garnitürsüz beyaz pilav, İstanbul pilavıydı.”
Çorbanın makbul olanıysa “…sığır, dana, koyun, tavuk ve hindi etlerinin bir arada kaynamasıyla yapılmışı idi, içerken insan canına can katıldığını duyardı.”
Yazar, bir diğer yazısında, “bayram icaplarından biri olan mendil dağıtımına” değinip, konuyla ilgili bilgiler verir:
“…Yakın akraba ve taallûkatın mendilleri bir gün evvelinden içtimaî seviyeye ve kıratlarına göre ayrılır, bir bohçaya istif edilirdi. Erkeklere beyaz keten ve ipek mendil, hanımlara renkli işlemeli, dantel kenarlı mendiller. Erkek mendili keten ise markalı olurdu. Halis ketenden yapılmış, pek sağlam, ütülenince tiril tiril, teması serin, çok güzel, kibar, fevkalade şeylerdi bunlar.
Mendil hediyesini hanımlar, daha doğrusu evin en büyüğü ve yaşlısı olan hanım verirdi; erkeklerin mendil vermelerine cevaz yoktu. Esasen Türk ananesinde mendilin yerini tutan ‘çevre’yi kız dokur, kız işlerdi: çeyiz eşyası arasında çevre başta gelirdi. Yavuklu veya âşık kızın hediyesi de çevre değil miydi?
Zaten çevre bir süs eşyası idi, burun silmek gibi bayağı işlerde kullanılmadı ki! Kocaya, sevgiliye hediye edilirdi, sevgiliyi hatırlatır, yaraya sarılır, sargı bezi olarak kullanılır, bergüzar kalırdı.
Bütün manilerimizde yani Türkün aşk cıvıltılarında mendil ile çevre daima anılırdı.
Çevre, bazı bölgelerimizde erkek süsü idi, başa birkaç tanesi birden sarılır belde de bulundurulurdu.
Bir kızın marifetliliği de işlediği çevrelerden belli olurdu(…)
Mendili Avrupalılar ancak dört yüz kusur yıldan beri kullanır. Bizdeki tarihi muhahhak ki çok eskidir. Bir rivayete göre ilk kadın mendilini Fransa Kralı Henri II’nin sarayına Venedikli bir fahişe sokmuştur.
O zamana kadar garplı medenîler burunlarını yenlerine, önlüklerine silerlermiş.”
Bayramları, hele şimdiki bayramları ne kadar yaşıyoruz bilemiyorum ama Karay’ın çizdiği tabloyu unutamayacağız galiba:
“Ramazan Bayramı sabahı, davulu ile mahalleyi dolaşan bekçi babanın arkasında bir yardımcısı da yürürdü; elinde bir sırık tutardı; bu sırık evlerden verilen irili ufaklı mendillerle donatılmıştı. Manzara gözümün önünden gitmez: Mendil hevengi, donanmış bir gemi direği gibi bayram gününü şenlendirirdi!
…Bende mendiller bir müddet kalırdı ama uçlarına düğümlü ak ve sarı akçeler çoktan uçmuş olurdu.” (Refik Halit Karay, Bir Ömür Boyunca, Yayına hazırlayan: Yusuf Turan Günaydın, Türk Tarih Kurumu Yayınları, sf. 305-316)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.