Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Yol Işıklarına Selam

Yol Işıklarına Selam

“Hayatımızda bazı lezzetler artık hiç olmayacak, biliyorum... Hiçbir sokağa, hiçbir haneye giderken o tapılası sevinçleri yaşamayacağız.

Kilometreler, saliseler sayılmayacak, yürüyüş adımlarımız çalımlanmayacak...

Gurur ve zillet gömleği bir arada giyilmeyecek...

“Varlık neşesi”; yoldaki hiç bir zerreye, canlıya cansıza takılıp bize gülümsemeyecek. Ve biz de, yarı mest onları selamlamayacağız... Coşmayacağız. Taşmayacağız...

Davetkâr güllerin kokusunu zor duyacağız; hayatın dikenleri daha fazla acıtacak. Bülbüller kanadı kırık, gözyaşlarına ağıtlarını da katık ederek nöbetlerine devam edecek. Yas ülkelerine süreceğiz onları.

Çakallar, sırtlanlar bayram edecek... Ölüm de, aldığıyla övünecek...

Çirkin olanca çıplaklığıyla görünecek; dünya şımarıp, azacak; “Benlik” reddetmekte güçlük çekecek. Mâsivaya göz kırpıp, cilvelenecek...

Ama en azından “Gördük!” diyeceğiz, “Fıkır fıkır aşk kaynayan insanı” ... Hayalî, efsanevî bir varlığı değil; kanlı canlı, aramızda gezinen, peçeli bir güzeli…

Muhabbet iklimlerinin “Serdarını”; Hakk’ın taçlı, esrarlı “Gelinlerinden” birini... Aşkın cazibeli “Yiğidini”.

O yüzden... “bilmiyorduk!” diyemezdik. “Yakın örneğimiz yok!” diye mazeret beyan edemezdik. “Güzellerin ömrü, eski devirlerde doldu; artık yaşamıyor.” şeklinde savunmaya geçemezdik.

Gördük. Tanıdık. Ve bildik!

***

“Zaman, O’ndan önce ve Ondan sonra diye ikiye ayrılıyordu.

Sonra, varlığının daha az hissedildiği veya “hikâyemize girmediği” günler, mazideki tarihler de O’na katılıyordu. “Sâfi tarih”, O kesiliyordu.

Neden daha ziyarete karar verdiğimiz anda “saflaşmaya” başlar, hafifler yüreğimiz silme sevinç kesilir, saadetle yenilenirdik.

Ve oradan tepeden tırnağa “dünyalıkken”, bir nebze daha “sema açı”, muhabbet ya(t)kını, talebenin istidatlısı, az buçuk da “yanık” olarak dönerdik.

Neden mekân en sevdiğimiz olma özelliğini korurdu, hep bir özlem ve görme iştiyakını dokurdu.

“Seçkin bir güzelliğin eşliğinde rehberliğinde, en koyusu ziyadesiyle, bir düşünce ve ruh beraberliğini hisseder, bir aşk hasılatını massederdik.

Daimî, yakıcı bir özleyiş, açlık içinde: Dolup boşalır, mütemadiyen doldurulur boşalırdık.

Halisiyeti miydi? Aşk hali miydi? İleri yaşına, yıpranmış fiziğine rağmen, doyumsuz müthiş cazibenin sırrı? Ya da benzersiz bir musikînin ölümsüz tadı?

En sıkışık, umutsuz olduğumuz anlarda damarlarımızı taptaze bir kanla, hamle gücü ve enerjiyle dolmasına vesile olan o serapa güzellik neydi…

Neden o eve giden yol, çekimini ve gizemini hep muhafaza eder; mekân yepyeni mânâlarla esrarını tazelemeye devam ederdi.

O evin sütü, kimseciklerinkine benzemezdi. Mutfağındaki kazanda ne kaynar, hangi aş pişerdi.

Mahalledeki insanlardan, kedi köpeklere kadar sevimli gelirdi. Rüzgâr, su, ateş.. neden başka bir hayatın temsilcileri, bir özge diyarın habercileriydi.

O sokağa girince çeşmelerden akan sular göllere, kalbimiz bir gemiye dönüşür; ulu bir mescidin namazgâhı uzaktan gözükürdü. Tabiat da hûşu içinde secde eder eğilirdi.

“Kalbimiz” sandığımızdan, kuvvetli miydi? Eğriler düzelir miydi? Belki de, gönlümüze dönsek o Kudret Tahtında, bulacağımız -zaten şu avuç içi kadar olan yeryüzünde- hiç tanımadığımız bir nazlı “ben” di.

Her gün yeni bir veçhesiyle tanıştığımız, bütün menfîliklerine rağmen, güzelliğe namzetliğini, gönüldeki “nüveyi” sezdiğimiz…

Orada çorbaya maydanoz olmak gibi, etten püften; kenarda durulası işler bile, doyumsuz bir zevk lezzet olarak kalbe işlerdi.

“Eşsiz bir rüyanın tadı” hayatınıza yayılır, bir manevîyat aşısı damarlarınıza zerk edilirdi. Geçen günler ömre bedeldi.

Allah sevgisi tatlı ve “kaynaktı”. Gözleri, “Mutlak Hakikat’le” mi dolar taşardı.

Yaraları kim teselli eder, sarardı. İçimizdeki ateşleri kim yakardı? “Canını satılığa” çıkaranların olduğu, hangi Pazar’dı.

Sahteyi hakikiden, çirkini güzelden, eğriyi doğrudan ayıran; dipten çamurdan çekip çıkaran hangi el, kutlu nazardı.

Çöp(çün)ün eline, süpürgeyi tutuşturan, tozuttukça tozutturan; gül derdiren, varlığı “muhabbet(l)e” eriştiren, nerenin has bahçıvanıydı. Hangi mânâ sultanıydı.

Bakışı ne(re)ye doğru bakardı ki muhabbet azdıkça azardı.

Elbiseyi kim biçmişti. Bizi kim seçmişti. Alınlarda “sevdalı” mı yazardı.

Soru O’nda, cevap O’nda, sır O’ndaydı.

Büyük yorgunluklardan, felâketler ve düzen sarsıntılarından gelmiştik çoğumuz. Eşiği atlattırırdı.

Çıtayı yükseltir, hedefi geçirir, sonra bir yenisi ve vaatkâr ilerisi, sırrî gerisi… “Allah Kerim’di” ilerisi…

Bize bir âlemi, bambaşka bir mânâyı, asıl cevheri sunuyordu.

Bir düşünce bilfiil yaşatılıyor ve hayata geçiriliyordu. Sırf hissiyat ve “kal” olarak değil, bir “yapılanma, inşa” olarak...

Şimdiye kadar, sadece Celâl’iyle görüp, muhtemelen kalben uzaklaştığımız “Allah tadını” fark ettiriyor seçtiriyordu.

Dünya egemenliğine, nefs tahakküm ve hakimiyetine karşı “hür bir seçim ve irade” yi gösteriyordu. Ve bir insan-ı kâmille eşsiz emsalsiz bir tecrübe yaşatıyordu.

***

“En güzel hatıralar, en hoş sohbetler orada geçerdi. Sevginin çeşnisine, cereyanın gücüne hayret edilirdi.

Aldığınız her neyse, uzun müddet idare ederdi. Bir gönül telefonu, bir haber, bir hayal dizisi yeterdi.

Kutsal daha “ballı” gelirdi. Bağlar kavîleşirdi. Üzüm bağları yeşillenirdi. Yollar neşelenirdi.

Ağaç derdi ki: “Seç meyvelerimden. Hangisini istersen!”

Hassasiyetine, idrak ve nasibine göre “talip” koşar gelirdi. Fakat kimi kilidi açar; kimi tereddüde, şüpheye, zamanın hızına yenik düşerdi.

Yol o zaman, yaptırımları, kuralları ve yasalarıyla kaçar, cazibesini yitirirdi.

Bazen de “şahsı” tarafından, istek, istidat yoklanır; talebe tecrübe edilirdi.

Zaman geçtikçe, içteki bütün kötücül, sizi yere çekmeye çalışan güçlere rağmen; kalp cidarları, feyyaz bir sesin kuvvetiyle dolardı. Bitmez tükenmez yemişleri toplamaya koşardı.

Yorgunlukları hiç hissetmezdiniz. O kapı hiç kapanmayacaktı bilirdiniz.

Aynadaki ben’e inanmazdınız. Derundaki bir “güneşle” yanardı.

“Dilsizlikle” de anlaşılırdı. Evin dili vardı, eşyanın, bahçenin…

Ne denli eksik, ne kadar geri olsanız; girişinizle çıkışınız bir olmazdı. Fışkıran muhabbeti zor zapt ederdiniz; neyse ki adres belliydi, şükür ki mevcut ve gerçekti.

Varlıkları nereye koyacağınızı bilemezdiniz, kendinizi nereye sığdıracağınızı.. iğne deliğine, saman yolunun üstündeki gizli caddeye, ay kokusuna. Hepsi mümkündü. Yalınayak yollara düşecektiniz belki de…

Hepsi dizginlenir, hal yoluna koyulur, sükûnete ererdi. Bir nizamın, Hakk kanunlarının içinde, küçük bir nehir gibi dingin, sakin, mesut akardınız.

“Estetikçi” iyi iş çıkarırdı. “Mimar” mükemmel inşalar yapardı.

“Sanatkâr” iç-dış resmini tamamlardı. “Bahçıvan” usta aşıcıydı.

“Marangoz” odunları nadanları bile yontardı. “Hâkim”, önce kendini yargılar, sonra körleri okuturdu.

“Aşçı” “benliğin kaz tüylerini” yolar, kazanın içine kaynamaya atardı. Mutfakta “pişen”; şehirler, denizler aşardı.

Muhabbet kuşları, has bülbüller, kanaryalar ordaydı. Durmaksızın şakır, aşk kaçkınlarına kafa tutar; gam kasavet dağıtırdı.

Zümrüdüankaların da barınağıydı. Dallar arasında Kaf Dağı saklanırdı. Aşk sarmaşığıyla yukarı tırmanılırdı.

Gizli bir kitaptı, sayfaları muhabbetlilere açılırdı. Cevherdi, cömertçe istiridyenin içinden çıkardı. Delidolular, zevkle iştiyakla “hazineyi” karıştırırdı.

Dünya yansa ne gam. Hiç dert edilmezdi. Allah bizimdi. “Gidene” kim “ah” eder, yanardı.

Uzaklıkları hissettirmezdi, ya da öyle incelikle bir mesafe koyardı ki; hiç “yabancılık” çekmez, bir ezel tanışıymış gibi, mahcup huzurlu, ciğerden yakın oturulurdu.

Bazen diğer ağaçlarla birleşirdi, bir “koruluk” meydana gelirdi. Zaten hep “varlıkları” hissedilirdi. İşte o zaman düğün bayram olurdu, ortalık şen şatır ışırdı.

Ağaçlar “Allah!” diye inlerdi. Acemiler, echeller “Hay! Hay! Hayat” diye kekelerdi, “aslî hayatın ruhu” keşfedilirdi.

Tuba’lar araya karışırdı. Esasında ne yana baksanız boylu boyunca bir güzel vardı. Hava da cazibelenir, döner dolaşırdı.

Yolda bir “sırlı” ağaç; serinletir, eşlik eder ve mütemadiyen sev(in)dirirdi.

Yol, sonsuza doğru akıp giderdi.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi