Yalnızca sitem
“Bir insanı kendinden uzaklaştırmak istiyorsan, ona bolca sitem et” diye bir söz vardır. Doğru ve isabetli bir tespit…
“Niye beni aramadın?”, “O gün neden öyle baktın/ dedin/ yaptın?” ve benzeri binlerce alınganlığın ve incinmişliğin, sitemli cümlelere bürünmüş halleri, muhatabın kulağına tiz ve rahatsız edici bir ses sunuyor. Şöyle düşünün: birini büyük bir hevesle arıyorsunuz ve onca zaman neden aramadığınızı, gayet ısrarlı bir şekilde, hesap ve dökümmüş gibi sorup sorgulamaya başlıyor. İşte bu saldırgan sitemden sonra, artık onu çok daha az arar hatta hiç aramaz hale gelirseniz, şaşırmayın kendinize. Çünkü mekanizma öyle işliyor nedense. Sitem, itiyor.
Peki, gerçekten de, kırılmanın ve alınmanın yeri hiç olamaz mı, olmamalı mı, o kadar mı hissiz ve tepkisiz kalacağız, o zaman? Ya hakikaten unutulmuş ya da değersiz hissettirilmek suretiyle derinden incinmiş ve üzülmüşsek? Hayal kırıklığına uğramış ve gönül yarası almışsak? Böyle durumlarda bunları, failin bilgisine sunmak, karşı konulmaz bir istek ve dürtü haline gelir de… E, ne yapalım? Tamamen mi budayalım canım, kendimizi? Gibilerinden sorular üşüşmeye başlıyor akla, yukarda yazılan sitemsizlik özendirmesi karşısında. Madem sitem ve alınganlık, insanları çevremizden uzaklaştırma müsebbibi, o halde, bu beşeri duyguları ve güdüleri, tamamen mi etkisiz hale getirmeli? Değil mi?
Kendi payıma, gayet de kolayca incinen ve hassas bir yapıya sahip birisi olarak hem de, bu soruların arasında uzunca bir süre, mekik dokudum. Tepkisizlik ve sitemsizlik, onca gerekliyken ve gerçekten de inmişsem eğer, ne yapılmalıydı?
Kendimce vardığım sonuç, şu oldu: var olan bir alınganlığı ya da hassaslığı ‘saklama’, ‘köşe bucak kaçırma’ çabasına girmemek gerekirdi, öncelikle. Hani o duyguları budama, insani refleksleri köreltme işleri falan, kaldıramayacağım raddede ağır yüklerdi. Yapamazdım. O halde, söyleyecek, söylenecek, konuşacak ve bildirecektim. Ki bunların hepsi de, sitem kavramı içine giren uğursuz işlerdendi, ne yazık ki. Hani son derece itici olan, iten ve muhatabı uzaklaştırıp, öteleyen… Kaldı ki, o muhataplığın nasıl bir şey olduğunu, kendimden de biliyordum. Alıngan kişilerle iletişim alışverişine girmek, son derece yorucu, bezdirici ve yıldırıcı bir eylemdi.
Ee, ne kalıyordu geriye, o zaman? Hem sitem edilmeyecek, hem de yaralar gizlenmeyecekti ama nasıl? Yani, hem, duyguları dışa vurma yoluna gidilecekti, hem de bir hesap sorma işinin yanına bile yaklaşılmayacaktı…
Çözüm ancak şöyle bir şey olmalıydı galiba: o incinmeye açık, narin, naif, alıngan ve kırılgan duygulara, daha en başından, hiç ama hiç bulaşılmayacaktı bile! Böylece ortada hem saklanması gereken bir kırıklığın ağır yükü olmayacaktı, hem de, siteme gerek kalmayacaktı. Ne yazık ki, biraz duygusuz olunmalıydı yani, çokça beklentisiz…
Beklentisizlik! Sitemkarlığın panzehiri ve dermanı, işte buydu! Yaşam koçları ve bilge insanlar tarafından ısrarla tavsiye edilen ama uygulanması her insan evladına nasip olmayan o ‘güçlü’ duruş… Evet, güç. Beklentiler, hassasiyetler oluşturuyor, çünkü. Sonra gelsin ardından alınganlık ve kırılganlıklar… basbayağı zafiyet ve acziyetler, yani! Hassas bünye, hastalıklı bir yapıyı doğuruyordu. Eğer beklentisiz olup kalmayı başarabilirsem, ne kırılıp üzülecek, ne de karşı tarafı üzüyor olacaktım.
Ve ben tüm bunları yazarken, arkada, Kimseye Etmem Şikayet isimli şarkı çalıyordu.
Tüm bunları da, aslında, yıllar önce yazmıştım. Beklentisizleşmeyi başarabildim mi? Evet, biraz... Hatta ‘biraz’dan daha çok! Ama yine de, tamamen değil.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.