Atasözü Çalışması
Boyumu en fazla bir karış aşan derinliklerde yüzmeyi biliyordum. Kendimi sırt üstü suyun üzerine bırakıp, güneşlenirdim. Suyun tuzu, yansıması falan... Deniz suyu biraz derinleşince içimi bir korku basardı, telaşlanırdım. Hani 'yüzmeyi bilmek'ten kastım işte ancak bu seviyede, o mertebedeydi. Yoksa derinlere açılıp da kulaçlar atarak kıyıylara ulaşmaklar falan... Bana uzak işlerdi.
Fakat o sene, yeni aldığım deniz yıldızlı ve uzay taşlı mayomun içime doldurduğu heyecandan ve verdiği sahte güven duygusundan olsa gerek, boyumu bir karış değil, bir kaç kulaç aşacak kadar derinlere gitmiş, daha doğrusu oralara tekne ile gittiğim güverteden suya atlamıştım. Cesaret değil de ahmakça bir cüretin kulağıma fısıldayışı ve beni sırtımdan iteleyişiyle birlikte.
Buz gibi soğuk suyun ve zift gibi karanlık bir derinliğin üzerinde kalmaya çalıştığım ilk anların akabinde deniz benimle bir ateşkes imzalamamış ve beni eni konu yutmaya karar vermişti. Apaçık çırpınmaya başladığım anlarda tekneden durmuş beni izleyen bir kaç çift gözden bir tanesinin de anneme ait olduğunu hatırlıyorum hatta. "Her koyun..." diyordu o sırada. "Kendi bacağından asılır!". Aklımda son kalan bu görüntüyü kötü bir hatıra olarak ömür boyu zihnimde saklayabileceğim kadar da uzun görünmüyordu o sırada aslında, ömrümün boyu. Fakat çırpınışlarım bir sonuç vermiyor, ancak izleyicilerin gözlerine heyecan dolu ve adrenalin yüklü, öyle uzaktan izlenen bir görüntü sunuyordu sadece.
Mayomdaki deniz yıldızlarının hepsi o kumaştan kurtulup ait oldukları yere; denizin dibine doğru gitmeye kararlıydılar. Uzay taşları için de farksız sayılmazdı durum. Bedenimin içinden kurtulup yukarıya doğru yükselen ruhumun avuçları içindeki yerlerini alıp, ait oldukları yere yükselip gideceklerdi onlar da. Önce dağılma, ardından yükselme ve en sonunda da kavuşma anı...
Fakat içgüdüsel refleksler ve can havli işte, bilirsiniz. Kökleriyle sıkı sıkıya yer yüzüne tutunup bağlanmak istiyor insan. İçinde onca vakit tıkılı ve sıkışık kaldığı vücudun içinden çıkmamak için son nefesine kadar mücadele ediyor. Ne deniz yıldızları aşağıya doğru ne de uzay taşları yukarıya doğru gitsin istiyor. O kumaştan zeminin üzerinde kalmak, en bilindik ve güvenli olanıymış gibi. Yer yüzünün, en bilindik ve güvenilir olması gibi tıpkı...
Sonra, bunu o zaman ve o şartlar altındayken bir mucize olarak adlandırdığım şey oldu. Bir yılanla karşılaştım, ölüm ihtimalinin yaşama ihtimalini neredeyse solda sıfır bıraktığı anlarda. Bilindik deniz yılanları gibi küçük ve ince değil, beni boğulmaktan rahatça kurtarabilecek güçte görünüyordu. O sırada gözüme, efsanevi ve mitolojik bir su canlısı gibi görünen yılana sarıldım hemen can havliyle, hiç düşünmeden.
Yılan kıyıya ulaştırdı beni, baygın bir halde. Ayıldım sonra. Ayaklarımın altındaki yeryüzünün varlığı, insan gözünün görüp görebileceği en muhteşem şeydi! Fakat yılanın zehirli dili ve soğukkanlı bir canlı oluşu, kimyamla kesinlikle uyuşmayan şeylerdi.
Bir daha göremediğim ve zaten beni aradığını hiç sanmadığım o tekne, oradaki insanlar ve herhangi başka insanlar... Üzerinde yıllarca yaşadığım o adada, zehirli ve soğukkanlı bir yılanla geçirilmiş buz gibi bir hayat...
Fakat bu adadan da kurtulacağım bir gün. Çırpınışlarımı bir çift koyun gözüyle izleyen buz gibi insanların, o zehirli yılanın olmadığı bir yarım ada bulacağım bu kez. Ada değil. 3 tarafı denizlerle çevrili olsa da tek tarafı bir kaçış yoluna açılan bir yarım ada olmalı bu kez. Çünkü neden? Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yemesin mi? Hem, denize düşen, yılana sarılmaz mı zaten? Gençler? Bu yazıyla birlikte iki tane atasözümüzü çalışmış olmadık mı şimdi? Haydi şimdi teneffüse!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.