Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Uçsuz bucaksız dünya

Uçsuz bucaksız dünya

Bir kişinin, bir kişilik ömrüne sığabilen nedir ki, ‘koskoca dünya’ olsun, bu üzerinde ömür sürülen? Gidilmemiş ülkelerin ve edinilmemiş isimlerin, söyleyin, kaç metrekaresi ya da harfi sığabilir ki, hepi topu birkaç adıma, ya da, bir nüfus cüzdanına? Adımların yerini tekerlek dönüşleri, hatta, uçak milleri de alsa; ismin bir de göbek adı olsa bile hatta, haritaların ve isimler sözlüğünün hepsi, dünyanın o koskocalığı kadar, ancak bir sanrı ve laf-ı güzaf, aslında. İnsan, ancak bir ömür kadar uçlu bucaklıyken, dünyanın ‘uçsuz bucaksızlığı’ da, aslında sadece o bir ömre sığabileni kadarı, yani. İsimlerin çoğu da, ya başkalarına ait olanlar, ya da, çocuklarımıza verdiklerimiz. Ne, bütün oyunlar oynanabilir bir çocuklukta; ne de, bütün türbeler ziyaret edilebilir bir yaşlılıkta. Dünya’nın ucu ve bucağı, doğum ve ölüm tarihleri arasında geçen sürede işte; başı açık, sonu –şimdilik- belirsiz olan o sürenin; ömrün içinde. Bu yüzden, ‘koskoca dünya’ demeyin bana!

“Ben güzele güzel demem; güzel benim olmadıkça” diyen, belki de, tam olarak bunları anlatmak istiyordu. İçinde yaşanılmayan, kaldırımlarında gezinilmeyen şehirlerin hangisi benim olabilir ki, Dünya’da kaç şehir bulunduğu beni ilgilendirsin, mesela? Oynamadığım oyunların eğlenceli ve sürprizli taraflarından bana ne, hele? Bencillik mi ediyorum yoksa, gene? Sanmam. Ancak, bir acziyet itirafı ya da kandırılışların isyanıdır, bu. Acizlik, çünkü; süre var dolan, ömür var biten. İsyan, çünkü; kandırıldık, çelinmeye pek meyilli aklımızın uğradığı istismarlar yüzünden. Deniz altı, vahşi yaşam ve uzak ülkelerin belgeselleriyle kandırıldık, hem de! Bir gün, denizin o en dibine dalıp da çeşitlerce yaratıkla kol kola yüzebilecekmişiz gibi, bir erkek aslanın yelesini korkmadan okşayabilecek ve tüm o uzak ülkelerin hepsine birden gidip, orada doyasıya vakit geçirebilecekmişiz gibi kaldırıldık hem de, büyükçe ve iyiden iyiye! Uçsuz bucaksız bir hayat ve koskoca bir dünya vaad edilince, aklımız bunlarla çelindi de; çelmeye takılıp düştük, bu yüzden. “Bu belgeseller bizi kandırıyor hocam!”

Ertesi gün bir trafik kazasında öleceğinden bihaber 15 yaşındaki bir gencin, dünyayı kendine sayısız teklifler ve davetler sunan bir altın tepsi sanması kadar uçlu bucaklı oysa, hayat. Deniz altı belgeselleri ekrandan boşalmadıkça ve oyunların hepsi de bir çocukluk zamanında oynanmadıkça, ‘Dünya’nın koskocalığı’ kadar büyük bir yalan var mıdır ki hem; içinde yaşayanların dürüstlüğe ve doğruluğa rağbet etmesi beklensin, hala? Dünya imamesi böyleyken, vatandaş cemaatinden beklemek, haksızlık olurdu bunu. Neyse, bu şimdi ayrı konu... Sözüm, belgesellere ve sözlüklere sadece. İsim ve şehir sözlüğüne, oynanmadıkça yalnızca bir isimden ibaret kalan oyunlara, belgesellere ve haritalara. Uçsuz bucaksızlık yalanına, kısaca! Süre dolarken, ömür biterken, ölüm çatarken…

Bir askerin biricik tesellisi, sayılı zamanın çabuk geçeceğidir, şafak sayarken ya, hani… Budur belki de diyorum, boş vaadlere aklımızı öylece uydurup kandırıveren. Sayısız zamanın geçmeyeceğiyle mi aldanıyor, sayılı olanın çabuk geçeceğini bilen zihnimiz, nedir? Nasılsa, sürenin uzunluğu bilinmiyor; ömrün miktarı asla öngörülemiyor diye, sayılamaması yönüyle sayısız olması mıdır, kanmaya bu kadar meyli ve hevesi, bu akılsız aklın? Belgeselleri, kendine bir gün(!) lazım olacak yol haritaları; bütün isimlere de bir gün sahip olacağı kadar çok nüfus cüzdanına malik olacağını sanan aklın, aklı varsa… Bunca kanmak, uçsuz bucaksız ve koskocalık yalanları da müstahak o halde insana. Yine de, belgesellerden uzak tutun çocuklarınızı; istediğiniz birçok isimden yalnızca bir ya da en fazla iki tanesini verebileceğiniz, hani!

Uçsuz bucaksız dünya

Bir kişinin, bir kişilik ömrüne sığabilen nedir ki, ‘koskoca dünya’ olsun, bu üzerinde ömür sürülen? Gidilmemiş ülkelerin ve edinilmemiş isimlerin, söyleyin, kaç metrekaresi ya da harfi sığabilir ki, hepi topu birkaç adıma, ya da, bir nüfus cüzdanına? Adımların yerini tekerlek dönüşleri, hatta, uçak milleri de alsa; ismin bir de göbek adı olsa bile hatta, haritaların ve isimler sözlüğünün hepsi, dünyanın o koskocalığı kadar, ancak bir sanrı ve laf-ı güzaf, aslında. İnsan, ancak bir ömür kadar uçlu bucaklıyken, dünyanın ‘uçsuz bucaksızlığı’ da, aslında sadece o bir ömre sığabileni kadarı, yani. İsimlerin çoğu da, ya başkalarına ait olanlar, ya da, çocuklarımıza verdiklerimiz. Ne, bütün oyunlar oynanabilir bir çocuklukta; ne de, bütün türbeler ziyaret edilebilir bir yaşlılıkta. Dünya’nın ucu ve bucağı, doğum ve ölüm tarihleri arasında geçen sürede işte; başı açık, sonu –şimdilik- belirsiz olan o sürenin; ömrün içinde. Bu yüzden, ‘koskoca dünya’ demeyin bana!

“Ben güzele güzel demem; güzel benim olmadıkça” diyen, belki de, tam olarak bunları anlatmak istiyordu. İçinde yaşanılmayan, kaldırımlarında gezinilmeyen şehirlerin hangisi benim olabilir ki, Dünya’da kaç şehir bulunduğu beni ilgilendirsin, mesela? Oynamadığım oyunların eğlenceli ve sürprizli taraflarından bana ne, hele? Bencillik mi ediyorum yoksa, gene? Sanmam. Ancak, bir acziyet itirafı ya da kandırılışların isyanıdır, bu. Acizlik, çünkü; süre var dolan, ömür var biten. İsyan, çünkü; kandırıldık, çelinmeye pek meyilli aklımızın uğradığı istismarlar yüzünden. Deniz altı, vahşi yaşam ve uzak ülkelerin belgeselleriyle kandırıldık, hem de! Bir gün, denizin o en dibine dalıp da çeşitlerce yaratıkla kol kola yüzebilecekmişiz gibi, bir erkek aslanın yelesini korkmadan okşayabilecek ve tüm o uzak ülkelerin hepsine birden gidip, orada doyasıya vakit geçirebilecekmişiz gibi kaldırıldık hem de, büyükçe ve iyiden iyiye! Uçsuz bucaksız bir hayat ve koskoca bir dünya vaad edilince, aklımız bunlarla çelindi de; çelmeye takılıp düştük, bu yüzden. “Bu belgeseller bizi kandırıyor hocam!”

Ertesi gün bir trafik kazasında öleceğinden bihaber 15 yaşındaki bir gencin, dünyayı kendine sayısız teklifler ve davetler sunan bir altın tepsi sanması kadar uçlu bucaklı oysa, hayat. Deniz altı belgeselleri ekrandan boşalmadıkça ve oyunların hepsi de bir çocukluk zamanında oynanmadıkça, ‘Dünya’nın koskocalığı’ kadar büyük bir yalan var mıdır ki hem; içinde yaşayanların dürüstlüğe ve doğruluğa rağbet etmesi beklensin, hala? Dünya imamesi böyleyken, vatandaş cemaatinden beklemek, haksızlık olurdu bunu. Neyse, bu şimdi ayrı konu... Sözüm, belgesellere ve sözlüklere sadece. İsim ve şehir sözlüğüne, oynanmadıkça yalnızca bir isimden ibaret kalan oyunlara, belgesellere ve haritalara. Uçsuz bucaksızlık yalanına, kısaca! Süre dolarken, ömür biterken, ölüm çatarken…

Bir askerin biricik tesellisi, sayılı zamanın çabuk geçeceğidir, şafak sayarken ya, hani… Budur belki de diyorum, boş vaadlere aklımızı öylece uydurup kandırıveren. Sayısız zamanın geçmeyeceğiyle mi aldanıyor, sayılı olanın çabuk geçeceğini bilen zihnimiz, nedir? Nasılsa, sürenin uzunluğu bilinmiyor; ömrün miktarı asla öngörülemiyor diye, sayılamaması yönüyle sayısız olması mıdır, kanmaya bu kadar meyli ve hevesi, bu akılsız aklın? Belgeselleri, kendine bir gün(!) lazım olacak yol haritaları; bütün isimlere de bir gün sahip olacağı kadar çok nüfus cüzdanına malik olacağını sanan aklın, aklı varsa… Bunca kanmak, uçsuz bucaksız ve koskocalık yalanları da müstahak o halde insana. Yine de, belgesellerden uzak tutun çocuklarınızı; istediğiniz birçok isimden yalnızca bir ya da en fazla iki tanesini verebileceğiniz, hani!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ayşe Aslı Duruk Arşivi