Sonbahar ve orta yaş
Sonbahar gibiyiz
Aslında yaz mevsimini çoktan yaşayıp bitirmiş ama hala tişört giymekte ısrarlı, artık soğumaya başlayan havalardaki ‘artık’ ile bir türlü barışamamış, gerçeğe ayak direten biçareleriz. Tabi hala üzerinden çıkartıp atamadığı o tişörtten dolayı da sürekli hastalanan, ayağa kalkmak için ilaçlara ihtiyaç duyan düşkünleriz.
Yaz mevsimini çoktan yaşayıp bitirmiş olmanın vereceği idrak ve bilinç, hakim olduğu bünyeyi omuzlarından tutup sarsar çünkü. Fena sarsar. Tişörtlerle vedalaşmak zordur; gençlik dönemine elveda demek. Oysa çocukluk dönemine edilen veda, daha sonraları acıtacak olsa da pek can yakmamıştır o sırada. Oradan çekilen el, gençlik gibi cazip ve ışıltılı bir zaman dilimine doğru uzatılıyorken, bir can acısından bahsedilemez pek. Vedalaşmak şimdi zordur işte; cazibenin ve ışıltının yaptığı hazırlık bu kez sizi kucaklamak değil de terk etmek üzerineyken. Sonbahar gibiyiz bu bakımdan.
Hazan mevsiminin daha isminden bile çağrışım yapmaya başlayan hüznü, fazla hazin gelir insana. Yüzleşmek için bakılması fazla çirkin ve korkunç olan bir surat gibidir bu. Bir vakte kadar bunu erteleyip, oralı olmayabilirsiniz pekala. Eylül’ü de yaza dahil etmek isterseniz, söz gelimi. Hayatta kalmanız için sürekli emirler yağdırıp sizi yöneten içinizdeki gizli gücün buyruğuyla devamlı kaçarsınız, aslında kaçınılmaz olan o yüzleşmeden. Tabi insan kaçınılmaz olandan en fazla nereye kadar kaçabilir, elbet gelip çatacaktır o karşılaşma. Ne var ki, iki cümle öncesinde ‘yüzleşme’ dediysem, hesaplaşma anlamını içinde barındırmayan, zaten barındıramayacak bir durumdur bu. Karşılaşma kelimesinde karar kıldım bu yüzden (Hoş, aynı kıdem ya da sıkletteki iki sporcunun yaptığı ‘karşılaşma’yı almayın siz yine. Ortada bir eşitlik, denklik falan mevcut değildir, hasılı) Yüzleşme deyince daha iddialı kaçardı; öyle demeyelim biz ona. Yoksa hesap sormak falan gibi cüretkarlıklar ne haddimize, aksine, bir hesaptan bahsedilecekse onu soracak değil, verecek olanlarızdır bizler. Hesap verecek olanlar -Ne gibi tohumlar ekildiyse o nevi bir hasadı kaldıracak olanlar; ektiklerini biçenler-
‘Yaz mevsimini çoktan yaşayıp bitirmiş olmanın vereceği idrak ve bilinç’ demiştim yukarıda. Kabullenilmedikçe çoğalıp katmanlaşan ve bu külçeleşmiş haliyle gelip insanın orta yerine oturan bir şey bu. İnsanın orta yerine oturan, evet. Belini büken yani, bu ortalayışıyla. Gençliğin o dimdik duruşuna hafifçe meyil veren bir ağırlık. Kabul edip helalleşmek, kabullenmeyi doğurabilirdi oysa, nur topu gibi bir göz aydınlığını. Fakat dedim ya, o tişörtler, çıkartılabilir dışsal bir eklenti olmaktan çıkmışlardır artık çoktan. Kalıcı bir dövme gibi, damga gibi, mühür gibi derinin altına nakşolup işlemiş şeylerdir bunlar. Nerede kaldı onu çıkartmak ve bunu yaparken de candan bir helalleşme eyleminin içinde bulunmak? Bu yüzden bir türlü sahip olamadığımız o kabullenme yetisinin yoksunluğu; artık sonbahar gibi oluşumuzu bal gibi gören gözümüzün kafirce inkarına sebep oluyor. Apaçık meydan okuyuşlara.
Pastırma sıcakları, yazdan kalma günler, eski alışkanlıkların ani ve beklenmedik atılımları; o tişörtün gerçekten de giyilebileceği günler vaki olabiliyor tabi yine de, sonbaharın içindeyken. Ne var ki, bu geçici ve kısa günler, kışın kapıda olduğu gerçeğinin değişmezliğine en ufak bir kuşku düşüremez. Şarküteri günleri kandırmasın sizi yani. Bu arada ömrün vefa ettiği, en azından ortalama bir yaşam uzunluğunu baz alarak yazıyorum tüm bunları. Kış mevsimine vakitlice ulaşmanın aslında nimetten sayılabileceği durumu, hani.
Kış… Kapının önünde bekleyen günlerin tüm soğukluğuna rağmen yer yer ısınabilecek olmanın verdiği tatlı güven hissini ve bir yandan da tüm çabalara karşın yine de üşüyeceğinizi bildiğiniz günleri içinde aynı anda hemhal eden mevsim; ihtiyarlık dönemi. İşte biraz zaman gereklidir bunun için henüz. Ömrün vefası dedik ya.
Şimdilik, sonbahar gibiyizdir bu bakımdan.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.